Fotoğraf: Pixabay
Makalenin İngilizcesi için tıklayın
Ülkemizde 65 yaş üstü ve 20 yaş altı kişilerin sokağa çıkmasıyla ve şehirlerarası seyahatle ilgili sınırlı bir yasak var.
İnsanların virüs salgını karşısında yaşadıkları belirsizliğin ağır yüküne bir de korunma adına da olsa, eve tıkılmalarının sıkıntısı eklenince, daha bir korku ve stres yaşamaları normal.
Olağanüstü yaşadığımız şu günlerde evde kalmanın getirdiği sorunlar olduğu kadar fırsatlar da var. Hatta bu fırsatların, evde kalarak dar alanda sıkışmışlığın ve rutinin getirdiği bazı sorunların çözümüne katkısı da olabilir.
Hemen belirtelim ki bu zorunlu koşullardan kaynaklı ekonomik sorunlar ve iktidarın tutumu ayrı bir konu. Bu açıdan ortada fırsata çevrilebilecek bir durum olmadığı gibi, tersine, başta işsizler, emekliler ve çalışanlar için sıkıntıların artarak devam edeceği çok açık! Bunun pesimistlikle de bir ilgisi yok.
Evde kalmak zorunda olanlar ve sokağa çıkmaktan çekinenler, kendilerini hapsedilmiş olarak görebilirler. Eğer hapishanede yatmanın ne demek olduğuyla ilgili bir empati kurabilirlerse bu iyi bir gelişmedir. Öyle ya; evde kalmanın bunaltıcılığı bizleri düşünce, inanç ve kanaatlerini açıklayan bir kısım insanlara ceza verilmesinin, cezaevlerine yıllarca tıkılmalarının anlamı üzerine bir nebze de olsa düşünmeye yöneltebilir.
Bu virüs salgını varoluşa, insana, politikaya, bilime, dine, devlete, ekonomiye, ahlaka dair farklı açılardan düşünmenin değerini ve gerekliliğini daha bir ortaya çıkardı. Hani deniyor ya; korona salgını sonrası dünya aynı dünya olmayacak! Aynı dünya olmayacak mı, olmayacaksa, neden acaba? Evde kalmak, bize bu konular üzerinde düşünmeye zaman açısından daha çok imkânlar sunuyor. Elbette ki bu dediklerim, kafa yormak isteyenler, ilgili olanlar için!
bianet’te de haber olduğu üzere Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı, filozof, Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’nin, korona virüs salgını nedeniyle eve kapananlara 10 kitap ve yarımşar saatlik video serileri önerilerinde bulunması, bu yazımın şekillenmesine katkıda bulundu.
Şu sıralar evde daha çok film ve İkinci Dünya Savaşı belgeselleri izliyorum. Bizim kuşağın bu savaşa ilişkin çok önceleri epeyi okumaları oldu. Hafızamı tazeliyorum.
Covid-19 salgınıyla çağın mutsuzluğu, şanssızlığı gibi negatif moral değerlerini alabildiğine abartarak felaket senaryoları çizenlerin, özellikle gençlerin bu vesileyle hiç değilse dönüp tarihin son 100 yıllık dönemine (ki belki de bu dönem, tarihin en şanssız kuşağının yaşadığı dönemdir!) bakmalarını öneriyorum.
Bir ömür süresi içerisinde Birinci ve İkinci Dünya Savaşını yaşamış kuşak neler çekti acaba? Çocuk, asker, yetişkin, yaşlı… 20 milyonu Birinci Savaşta, 60 milyonu İkinci Savaşta öldü.
Ölüm kusan silahların, düşmanlıkların, faşizmin hayatı bir ölüm tarlası haline getirdiği dönemlerin insanları…
İşkencenin, kurşunun, bombanın, gazın, salgın hastalıkların, açlığın, acının bir hançer gibi saplanışının her bir hayat için yol açtığı trajediler…
Döneme dair çok geniş bir külliyat var. İçlerinden birkaç kaynak önereceğim.
İkinci Dünya Savaşı’nı belgesel tarzında anlatan en iyi kitaplardan biri Amerikalı gazeteci, savaş muhabiri ve tarihçi olan William L. Shirer’ın “Nazi Almanyası'nın Doğuşu -Yükselişi – Çöküşü” adlı üç ciltlik eseridir.
Sovyet yazarlarının bir kısmı (Andrey Platonov, İlya Erenburg, Vasili Grossman, Mihail Şolohov) savaş muhabiri olarak cepheye giderler. Aleksandr Fadayev, Vasili Bikov, Konstantin Simonov, Aleksandr Bek gibi yazar ve şairlerin İkinci Dünya Savaşını anlatan romanları, dönemin değerli eserleridir.
Vasili Grosman’ın üç cilt olarak yayınlanan “Yaşam ve Yazgı” kitabı, salt bir savaş muhabirinin değil, aynı zamanda bir roman yazarının elinden çıkmış destansı eserdir.
870 gün süren Leningrad kuşatması üzerine izlediğim bir belgeseldeki görüntüler bana uzun yıllar önce okuduğum bu kuşatmayı anlatan romanı hatırlattı. Donmuş Lagoda gölü üzerinden şehre erzak, ilaç, cephane götüren kamyonlar, Alman uçaklarının konvoyu bombalaması, Sovyet uçaksavarları… Ve açlıktan, soğuktan, kurşundan ölümler, ölümler!
İkinci Dünya Savaşı’nın yükünün çok büyük bir kısmını taşıyan Sovyetler ve onun destansı savaşını vererek yurdunu Nazi işgalinden ve Avrupa’yı faşizm belasından kurtaran Kızılordu…
Themos Kornaros’un Nazi faşizminin işgaline karşı Yunanların cezaevindeki direnişini anlattığı “Haydari Kampı” kitabı, hapishanenin ve zorun teslim alamadığı insan onurunun, insanlığın düşmanı faşizme karşı mücadelenin trajik hikâyesi…
Jean Laffitte’ın “Eylem Adamları” gibi Nazi işgaline karşı yürütülen Fransız direniş romanları…
Nazi toplama kamplarının akıl almaz trajik hikâyeleri…
Ve Hannah Arendt’in nitelendirmesiyle “Kötülüğün Sıradanlığı”…
Neden bu döneme dönüp bakmalıyız?
Bugünü anlayabilmek için en azından 100 yıllık bir tarihe bakmanın zorunluluğu çok açık.
İnsanlar niye faşizme karşı savaşarak öldüler? Ekonomik ve sosyal haklar için, insan hakları ve özgürlükler için mücadele eden insanlar niye öldüler? Niye cezaevlerinde süründürüldüler, işkence tezgâhlarına yatırıldılar?
Yakın dönem öncesi insanların neden öldüklerinin bugün için bir önemi var mı diye sorulabilir.
Elbette var. Algının gerçeğin yerine geçirildiği, izafiyet adına şeylerin hiçleştirildiği, aklı dışlayarak gerçekle bağın kurulamadığı ve bunun politik alana akıldışı ve ahlak erozyonu olarak yansıdığı bu postmodern dönemin yaşayanları olarak, geçmişi bilmeye çalışmanın çok daha gerekli hale geldiği ve geçmişin pratiklerinin daha uyarıcı olabileceği kanısındayım.
Elbette dünü bugüne tahvil etmemeli ve dünün acılarıyla bugünün acıları yarıştırılmamalı.
Ancak düne dair bir fikrimiz yoksa bugünü nasıl anlayabiliriz?
Bugünü yeterince anlayamamışsak, yarına dair ne derece sağlıklı, tutarlı tasarılarımız ola-bilir?
Haydi, bu kadar da teorik ve kitabi olmayalım.
Bugün her birimizin elinde neredeyse vücudumuzun bir uzvu haline gelmiş cep telefonu, internet, televizyon (ki çoktan eskidi) ve gelişmiş iletişim araçları var. Dünden farklı bir dünyadayız, doğru. Fakat insanlar yine öldürülüyor! İnsanlar yine çoğu iktidarlar tarafından cezaevlerine atılıyor, işkenceye tabi tutuluyor! Korku yine var! Düne göre daha büyük bir gelir eşitsizliği var! Görülmemiş bir çevre tahribatı ve kirlilik var. Bölgesel savaşlar devam ediyor. Silahlanmaya trilyon dolarlar harcanıyor vb.
Daha önemlisi, Arendt’ın Nazi Almanya’sı dönemine dair kötülüğün sıradanlığı nitelemesinin toplumsal yaşamımızda farklı biçimlerde devam ediyor oluşudur.
Korona günlerinde evde zorunlu kalmak düşünmeyi düşünmek, insan ve topluma dair biraz olsun kafa yormak, hiç değilse birkaç kitap okumak için bir fırsattır. (HŞ/DB/AÖ)