1986'dan beri hapishanede tutulan RAF üyesi Eva Haule'nin çektiği kadın fotoğraflarına bakarken, Eva'nın bir kısmı çıplak olan kadın bedenleriyle ne anlatmak istediğini düşünüyordum. Eva da fotoğrafların "dışarıda" bir tür "freak show" olarak kullanılıp, kadınların nesneleştirilmesine yol açmasından endişe duyuyordu.
İkinci olarak Türkiye'de F tipi cezaevlerinde Eva'nın da uzun yıllar yaşadığı tecrit koşullarında tutulmakta olan birçok insanın varlığı da göz ardı edemiyordum. Bu insanlık dışı uygulamaya karşı gösterilen tepki yok denecek kadar zayıfken, sanatsal, kültürel ve siyasal olan bu denli geçirimsiz alanlara parçalanmışken, hapishane gerçeğine, "çıplak kadın fotoğrafları" üzerinden yaklaşmaya çalışmanın, hapishaneyi bu fotoğrafların "sanatsal" dolayımından geçirmenin "ahlakı" da düşündürüyordu beni. Fotoğraflarla ilgili sunuş yazan 1982'den beri tutuklu başka bir RAF üyesi Christian Klar "Kimse bu fotoğraflarda konunun cezaevince bir iyi niyet gösterisi sonucu olduğu düşüncesine kapılmasın. Bu, duvarlar arkasındaki gerçekliğin olduğundan daha güzel gösterilmesi olurdu" sözleriyle diğer tereddütlerimi de özetliyordu.
Doğal olarak kendi tarihimden, yaşantımdan ayrıca kadın, çıplaklık, suç, ceza gibi, asıl, suret, görüntü ve hakikat gibi aklıma üşüştürüveren kavram ve kelimelerin gölgesinden ve ışığından bakıyordum fotoğraflara...
Onlara epeyce uzun süre baktım; sonunda Eva'nın fotoğrafları bana yanıt verdi. Eva ve onun fotoğraflarındaki kadınların sözleriydi duyduklarım. Eva'nın gözlerinin düşüncesi...
Eva pek az "poza" müdahale etmişti, kadınları, kendilerini göstermek istedikleri durumda yansıtmaya özen göstermişti. Onun için önemli olan kadınların güçlü yanlarını, kendi özgünlükleri içinde sunmaktı. O halde bu fotoğraflar, kadınların kendi haklarındaki sözleriydi öncelikle...
Gözlerimle bu seslere kulak verdim. Sadece yüzlere değil, ellere, boyun, omuz ve kalça kıvrımlarına baktım; bedende devem eden ifadenin izini sürüyordum.
Çıplak ya da değil bu bedenlerin söylediği ilk söz; dünyada olduklarıydı. Çünkü dünyada olmanın aracıdır beden... Yaşadıkları, hissettikleri, sevindikleri, üzüldükleri, acı çektikleri, mutluluk duydukları... Dünyada olduklarının bilincinde olan bu bedenler, görünmemesi, saklanması gerekeni yok sayılmak isteneni göstererek apaçık meydan okumaktalar... Üstelik kadın bedeninin bolca metalaştırılıp vitrine konulduğu bir dünyada saklanmak istenen bedenler bunlar. Görüldüklerinde, anımsandıklarında hiç hoşa gitmiyorlar...
Hapishane bedenin kapatılması demek, bedenin mahrum bırakılması ve nihayet bütün istekleri, arzuları, umutları ve acılarıyla görünmez kılınması demek. Hep söylendiği gibi ve hep inanmak istediğimiz gibi, hayaller bile özgür değil orada. Çünkü bilincimizin tapınağı beden... Erkeklerce, iktidarlarca, güçlülerce, zalimlerce damgalanmakta, azap çektirilmekte, köleleştirilmekte, kuşatılmakta, çalıştırılmakta olan beden...
Kate Millet 1945'te, Life Dergisi'nde gördüğü Nazi kamplarında çekilmiş resimler hakkında "Canlı ya da ölü, açlıktan ve zulümden sıskası çıkmış çok sayıda çıplak beden, aslında onların da bir insan olduğunu bildirmek için vardı sanki," diye yazar.
Millet çıplak bedenleri bir insanlık manifestosu olarak okur. O sırada 11 yaşındadır, kadın da olsa erkek de, kurbanların cinsel organlarının, onların insani kimliklerini belirlemekten başka bir şeye yaramadığı kanısına varır. "Açlıktan tükenmiş bu bedenlerin cinsel merak istek ya da tiksinme kargaşasının nesnesi olmamış olmaları" güven verici gelmiştir ona.
Ancak, Eva'nın fotoğraflarındaki kadınlar, kuşku götürmez bir biçimde kadınlar. Ve bedenlerini, hevesli ellerini, cesur gözlerini damgalanmış, sayılmış, paketlenmiş, kapatılmış bir mal, bir eşya olmadıklarını beyan etmek için gösteriyorlar.
Bu bakışın değerini Primo Levi'nin anlattıklarıyla tartarsak daha iyi değerlendirebiliriz belki.
"İnsanlık"tan soyundurulmuş bedenler, Nazi kamplarında parça ya da mal diye isimlendirilir. Primo Levi tutukluyu, bir köleye, bir hayvana, bir rakama indirgemek amacındaki Nazi canavarlığından bahsederken, iradenin yok edilip onun yerine bir marşın ya da bir şarkının geçirildiğini anlatır:
"Bu müzik duyulur duyulmaz yoldaşlarımızın sisler içinde, otomatlar gibi yürüyüşe geçtiğini biliyoruz. Ölü ruhlarını, rüzgârın savurduğu yapraklar gibi bu müzik harekete geçiriyor; iradelerinin yerini alıyor. İrade diye bir şey yok artık."
Yürüyüş bandosu, on bin kişilik yekpare ve gri bir makinedir; "Ayarı tam olarak belirlenmiş, düşünmeyen, arzu nedir bilmeyen, sadece yürüyen bir makine..."
Bölük bölük sislerin arasında süren bu ölüler dansını SS'ler hiçbir zaman kaçırmazlar. Zaferlerinin en somut kanıtıdır bu.
Canavarca ya da "insanca", modern ya da ilkel hapishane bedenin resmi otoritenin iradesine tabi kılınışıdır öncelikle... Beden hapishane yönetiminin isteği ve iradesiyle sayılabilir, gözetlenebilir, taşınabilir cezalandırılabilir. Rakama, nesneye dönüşmüş gövde, iradenin elinden alınışıyla artık bütün özgünlüğünü kaybetmiştir. Bunun yalnız hapishane yönetimlerinin değil, bütün iktidarların ve bütün zalimlerin mutluluk düşü olması tesadüf değil; düşünmeyen, duymayan, arzu etmeyen bir hayaletler sürüsü, iradesiz bir "yürüyüş bandosu..."
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra cezaevlerinde uygulanan insanlık dışı akıl almaz vahşetin temelinde de iradeyi yok etmek yatar. Özellikle kapatılanlara uygulanan zulümle belleklere kazınan Diyarbakır Cezaevi'nde insanlık onurlarını ancak kendilerini yakarak koruyabilen mahkûmlar, gördükleri akıl almaz fiziki şiddetin yanı sıra kendilerine en ağır, en insanlık dışı ve dayanılmaz gelen uygulamaların iradeyi yok etme amacını taşıyanlar olduğunu anlatmışlardı. Acı içermeyen ama bedeni "şeyleştirmeye" yönelik planlı zalimliklerdi bunlar.
Eva'nın fotoğraflarındaki kadınlar gözlerini kaçırmıyorlar. Bakıyorlar. Oysa göz ve bakış farklı bir anlam kazanıyor cezaevinde ve cesaret gerektiriyor, bakmak. RAF üyesi, tecrübeli mahkûm Christian Klar: "Kavgaların çoğu, üzerlerinde bir saniye daha fazla duran bir bakış yüzünden çıkar. Kamunun duvarlar ardında yitip giden insanlara alaylı bakışı, her halükarda bir dizi kostümü gerekli kılar; bu, bir biçimde tutuklu kadınlara bakışta kendini belli eder ve görmenin tam karşıtı bir edimi vurgular: Görünmez kılma"
Eva'nın fotoğraflarındaki kadınların elleri çarpıcı; tarihi olan eller bunlar, yaşantısı, heves ve merakları olan heyecanları ve kaprisleri olan... Rilke, Rodin üzerine yazarken "ellerin de bir tarihi vardır," diyordu; "Gerçekten kendine özgü bir kültüre ve bir güzelliğe sahiptir. Yine kendisine özgü bir gelişime, kendi isteklerine, duygularına heyecan ve kaprislerine ve heveslerine sahip olma hakkı vardır onlarda." Rilke'ye göre Rodin "Vücudun hayatın gösterebileceği bir sürü sahnelerden meydana geldiğini, bu hayatın vücudun her noktasında kişisel ve büyük olabileceğini biliyordu" .
Duruşları, uzanışları, gözleri, elleriyle birer kimlik belgesi bu kadın fotoğrafları... Merhamet dilenmiyorlar. Kin, öfke, acıma uyandırmak yerine, belki kimilerince daha tehlikeli bulunabilecek bir duygu uyandırıyorlar: Var olduklarını gösteriyorlar, kapatılmış olanın irade beyanı bu fotoğraflar.
İşte bu nokta, durup soluklanacağım yer. Fotoğraflardaki kadınların sesini daha yakından duyabiliyorum şimdi.
Eva modelleriyle gerçekten "karşılaşmış" olmalı. Bu yüzden beton ve demirin ardından yüzlerce binlerce kilometre ötemizden ulaşabiliyorlar bize.
Her sahici resim bir işbirliğini gösterir, diyor John Berger; "resim yapma itkisi gözlemden ya da ( muhtemelen kör olan) ruhtan değil karşılaşmadan doğar." Eğer karşılaşma gerçekleşmemişse sanatçı, bir kopyalama mesafesinde kalmıştır.
Berger gibi yaratıcılık, sanat ve nihayette "görünürlük" üzerine yazan birçok yazar, sanatçı, bu karşılaşmadan, var olanla insan yaratıcılığı ya da sanatçı arasındaki "yoldaşlıktan" söz eder. Bu yazıların birçoğunun birbirlerinden etkilensinler ya da etkilenmesinler Cezanne'la ilgili olması ya da ona değinmesi tesadüf olmamalı.
Bu yoldaşlığı Cezanne da şöyle ifade ediyor. "Vurduğum her fırça darbesinde sanki kanımdan bir şeyler vardır. Kanım ise güneşte ışıkta ve renkte modelimin kanıyla karışmaktadır. Modelim rengim ve ben üçümüz de aynı tempoda yaşamak zorundayız."
Eva'nın modelleriyle karşılaşabilme maharetinin kaynağını, başka birçok şeyle beraber bu maharetin nedeni de sonucu da sayılabilecek şu sözlerde buluyorum;
Fotoğraflarını çektiğim 21 kadından 14'ü uyuşturucu ile bağlantısı nedeniyle buradaydı, ya bu işin ticaretini yapma ya bulundurma veya uyuşturucu bağımlısı olarak "taşıyıcılık suçu'' nedeniyle. Kadınlardan sekizi başka ülke kökenliydi: ABD, Trinidad, Kolombiya, İsveç, Bosna, Makedonya, Türkiye. Bazıları ağır hastaydı. İki yıl ile "müebbet'' arasında ceza nedeniyle buradaydılar. Onlarda beni çeken şey, belki de böylelikle genelleştirilebilecek olan: Zor yaşamı onur ve güzellik içinde taşıyorlardı; yaşadıkları her şeye karşın...
Sokakta yaşamak, şiddete maruz kalmak, hastalık, yoksulluk, çocuklarından ayrı kalmak- yıkılmamışlar, sinmemişler. Bunu yansıtıyorlar, yüzlerinde de gördüğüm bu. Kadınlar, onlara saygıyla baktığımı biliyorlar, öyle de fotoğraflarını çektiğimi; onları güzel bulduğumu. Ancak böyle gerçekleşebilirdi bu fotoğraflar.
Eva Haule'nin fotoğrafları müebbet hapse mahkûmunun gözünden bir RAF üyesi, bir siyasi mahkûmun gözünden, bir kadının gözünden, onun ışığından ve gölgesinden yansıyor bize. Eva'nın ışığı tutsak kadının ışığıydı ve gölgesi bir tutsağın gölgesi...
Bu yüzden Eva, "hiçbir kadın parmaklıkların önünde poz vermedi" dese de, onun ışığından gördüğümüz bu kadınlar kırılganlıklarıyla, tenleri, vücut kıvrımları ve yumuşaklıklarıyla beton taş ve demiri anımsatmakta... Bu ışık Eva'nın hayatı, dünyası, tarihi, kederi, hüznü ve neşesiydi aynı zamanda. Tek tek her biri ve hepsiydi.
Cezanne'nin resimden çok fotoğraf için söylenmiş görünen sözlerine kulak verin: "Sanatçı duyu izlenimleri bakımından yalnızca alıcı bir organ, kaydedici bir aygıttır; ama iyi ve çok karmaşık bir aygıt... Duyarlı bir cam levhadır o. Ancak önceden yapılmış pek çok banyo sayesinde bu levha duyarlılık durumuna sokulmuştur, incelemeler, meditasyonlar, acılar, sevinçler yaşamın kendisidir onu hazırlayan...
"1989 yılında Frankfurt'a gönderilmeden önce 3 yıl boyunca tek kişilik bir hücrede bir başıma kaldım; önce Köln'de sonra Stammheim'da. Hücre cezası demek, diğer yanlarının yanı sıra günde 23 saat hücrede yalnız bırakılmanın yanında, yalnız havalandırma ve diğer hapishane arkadaşlarıyla ilişki kurma yasağı anlamına gelir. 1989 ilkbaharındaki tecride karşı sürdürdüğümüz bir açlık grevinden sonra Preungesheim'a gönderildim ve hapishane koşullarım gittikçe "normal işleyişinde'' bir hale uyduruldu (gerçi özel muamele hala sürmekte, özellikle denetleme önlemlerinde). Bu koşullarda dışarıdan gelen profesyonel iki fotoğrafçı bayanın başlattığı fotoğrafçılık kursuna katıldım."
Bu koşullarda fotoğraf çekmek Eva için bir direniştir öncelikle: Hapishanede günlerce, yıllarca hep aynı şeyi görmeyi ve aynı yollarda yürümeyi nasıl betimlemek gerekir? Görüşü gittikçe zayıflatır, yok eder, duyuları köreltir. Fotoğraf çekmek ise görüşü yeniden canlandırır."
Tecrit koşullarında tutulan Türkiyeli siyasi mahkûmlar da benzer bir durumu dile getiriyor: "Kas ve iskelet ağrıları, göz bozukluğu görüş alanının sınırlı olması gözlerde tembelliğe ve bozukluğa yol açıyor. Hücrede en fazla birkaç metre öteye bakabiliyorsunuz hep. Ziyaret mahkeme hastane gibi nedenlerle hücreden çıktığınızda 5-6 metre ötenizdeki insanın yüzünü dahi seçemeyince fark ediliyor."
Eva Haule, fotoğrafları "ortak direniş" olarak adlandırıyor. Sanat da tam algının ve duyumun, Eva'nın direnişinin parçası olan, Eva'nın Türkiye'de dünyanın başka yerlerinde tecritte tutulan mahkûmların kaybetmemek için mücadele ettikleri; fotoğraflardaki kadınların olağanüstü bir sezgiyle bize kaynağını göstermekte oldukları algı ve duyumun yeniden kazanılması için var. Merleau-Ponty'nin deyişiyle "taşın taş olduğunu hissetmemiz için".
Ama bu sözü söyler söylemez fotoğraflar soluklaşıyor; kadınların sesi duyulmaz oluyor ve soluk görüntüler "yürüyüş bandosu" gibi dilsizleşip sise karışıyor. Sontag'a "En hüzünlü ya da yürek burkan konuları yansıtan fotoğraflar sanat sayıldıkça(ve buna itiraz edenler ne derlerse desinler, böylesi resimler duvara asıldıklarında fiilen sanata dönüşürler) kamusal alanların duvarları ve değişik mekânlarını süsleyen diğer sanatların kaderini paylaşırlar. Başka bir ifadeyle konusu bu nitelikte olan fotoğraflar, bir arkadaşla yapılan keyif yürüyüşünün duraklarına dönüşür. Bir müzeye ya da galeriye gitmek insanın aklının başka yere çelinmesiyle bölünen sanatın izlendiği ve yorumlandığı toplumsal bir etkinliktir." dedirten şey, soldurmakta fotoğrafları...
Görüntüler dünyasındaki sonsuz sayıdaki görüntüden biri şimdi onlar. Yalnız sanatın değil, sanatla birlikte bütün hayatın seyirlik hale geldiği, gövdelerimizin görüntüden başka bir şey olmadığı bir dünyanın gerçekliği tarafından kuşatıldık. Bedenlerin görüntü haline geldiği görüntüler dünyasında, suret görünür olmayı anlamsızlaştırıp- etkisizleştirmek üzere varlığın yerini aldı.
Berger çağın büyük kaybını, (siyasal) sistemle bağlantısını göz ardı etmeden şöyle betimlemişti: Gövdeler yok. Zorunluluk da yok. Çünkü zorunluluk var olana özgü bir durumdur. Gerçekliği gerçek yapan şeydir. Son zamanlara kadar tarih, insanların hayatları hakkında anlattıkları her şey, tüm atasözleri, öyküler ve kıssalar aynı şeyle yüz yüzeydiler. Zorunlulukla birlikte yaşamak için verilen ölümsüz, korkutucu ve zaman zaman güzel mücadeleyle, varoluşun bilmecesiyle-yaradılıştan bu yana sürdürülen ve durmadan insan ruhunu bileyen mücadeleyle.
Fotoğraflara ve Eva'ya bir kez daha kulak verelim: "Bu resimler şunu gösteriyor 'Bu benim işte'. Ya da başka bir deyişle, 'Bu biziz işte' -Resimdeki kadın ve o resmi çeken ben."
Devam edelim; bu fotoğraflar biziz işte; onları duvara asan, onları seyreden, onları seyretmekle yetinecek olan, fotoğraflara göz attıktan sonra çıkıp, sinemaya gidecek olan, lokantaya gidecek olan bizler...
Unutacak ya da unutmayacak olan, mücadele edecek ya da etmeyecek olan... Görüntü ya da gövde... Bu fotoğraflar biziz işte. (AD/EÜ)
* Kaynakça
Selami Kurnaz,Tecrit Yaşayanlar Anlatıyor, 2005, Boran Yayınları
Kate Millet, Zulüm Politikaları, 1996, Metis Yayınları
Primo Levi, Bunlar da mı İnsan, 1996, Can Yayınları
Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, 2005, Agora Kitaplığı
John Berger, Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar, 1999, Metis Yayınları
Paul Cezanne, Resim Üzerine Görüşler, Defter, 1988-7
Rainer Maria Rilke, Rodin, 1968, Yankı Yayınları
Dünyanın Teni: Merleau Ponty Felsefesi Üzerine İncelemeler, Haz. Zeynep Direk 2003, Metis Yayınları
* Not: Ayşegül Devecioğlu'nun yazdığı bu metin Karşı Sanat'ta açılan "Tutsak Kadınların Portreleri" fotoğraf sergisinin afişinde yayınlanmıştır. Sergi 27 Ocak'a kadar İstiklal caddesi, Elhamra Pasajı, no 258, kat 2'de görülebilir.