Para birimi Euro üzerine yürütülen tartışmaların sonu gelmiyor. Yunanistan tekrar ulusal para birimine dönsün mü dönmesin mi? Almanya tekrar eski güçlü para birimi Alman markını yürürlüğe koyamaz mı?
Euro-krizi aslında buzdağının görünen kısmı; Avrupa’yı sarsan ekonomik ve finansal kriz, Avrupa Birliği’ni tarihinin en ciddi siyasi kriziyle karşı karşıya getirmiş durumda.
Gelinen noktanın birçok iktisadi nedeni var ve siyasi elitlerin sorumluluğu göz ardı edilemez. Ancak bugün Avrupa Birliği’nin içine düşmüş olduğu durumun bir sorumlusu da “Alman ulusal çıkarlarının” fütursuzca birliğin ve diğer ülkelerin çıkar ve menfaatlerinin önüne geçmiş olmasıdır. Örnek olarak Almanya’nın yıllardır uygulaya geldiği ihracat destekli iktisat politikaları gösterilebilir.
Almanya’da ücretlerin 90’lı yılların başından beri reel olarak düşmesi, Alman mallarının rekabet gücünü artırdı, bunun karşılığında ise birçok Avrupa Birliği üyesi ülkesinde üretilen malların ve hizmetlerin rekabet gücü zayıfladı.
Bu ülkeler Avrupa Para Birliği’ne üye olduklarından ulusal bir enflasyon politikası güderek ve ulusal para birimlerinin değerini düşürerek ülkede üretilen malları, Avrupa piyasasında tekrar rekabet edecek bir fiyat seviyesine çekemedi, dış ticaret açıkları giderek kabardı, ciddi bir borç girdabına girdi.
Almanya’da ücretlerin son on yılda reel olarak gerilemiş olmasından dolayı iç talebin artmaması, Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkeleri de olumsuz bir biçimde etkiledi. Bu ülkelerde üretilen mal ve hizmetlere olan talep de düştü.
Bugün özellikle Almanya Şansölyesi Merkel’in başını çektiği neoliberal ittifak, krizden çıkmak için Avrupa Birliği üyesi ülkelerin hükümetlerine daha fazla kemer sıkmayı salık veriyor.
Bu politikanın temelinde ise bütçe açıklarını, kamusal harcamaları kısmak suretiyle makul seviyelere çekmek yatıyor. Bu da sosyal hakların biraz daha kısıtlanması, ücretlerin düşük tutulması anlamına geliyor. Bu durumda iç talebin gerileyeceğini, üretimin düşeceğini ve sermayenin rant vaat eden finansal alanlara yöneleceğini öngörmek hiç de yanlış olmaz.
Dolayısıyla, neoliberal kemer sıkma politikalarının üretimin daha da daralmasına ve işsizliğin daha da artmasına yol açması kuvvetle muhtemel.
Sosyal hakların kısıtlanması ve yoksulluğun derinleşmesinin ise geniş halk kesimlerinde var olan hoşnutsuzluğun daha da artmasına, bu hoşnutsuzluğun ise Avrupa Birliği ve küreselleşme karşıtlığını ve göçmenlere karşı dışlayıcı bir milliyetçiliği güçlendireceğini öngörebiliriz.
Son yıllarda gerçekleştirilen araştırmalar ve kamuoyu yoklamaları da milliyetçiliğin, göçmen karşıtlığının ve ırkçı tutum ve düşüncelerin arttığı yönünde.
Bugün Avrupa Birliği’nin karşı karşıya bulunduğu durumun bir benzeri 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde yaşanmıştı.
İktisat tarihçisi Karl Polanyi 68 yıl önce yayımlanan, ancak güncelliğini hala koruyan Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri adlı eserinde, büyük felakete (faşizm ve İkinci Cihan Harbi) atıfta bulunarak ve “19. yüzyıl uygarlığının” çöktüğü tespitinden hareketle, bu uygarlığın temel açmazı üzerinde durur.
Uzun bir dönüşüm sonucu – ki emeğin, toprağın ve paranın metalaşması ve emek, toprak ve para piyasalarının ortaya çıkması bu dönüşümün başlıca aşamalarıdır – ortaya çıkan bu uygarlık, temel bir çelişkiyi bağrında taşıyordu: İktisat alanının ve piyasa güçlerinin ihtiyaçlarıyla toplumun ihtiyaçları ve çıkarları arasındaki çelişki.
İktisadi liberalizmi savunan toplumsal ve siyasal aktörler, toplumu piyasaların çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemeyi hedefler ve bu yönde adımlar atarken; bu düzenlemelerden zarar gören kesimler ise bu gelişmeye karşı değişik yöntemlerle direnme yoluna gittiler.
Bir 19. yüyzıl liberalizmi projesi olan “piyasa toplumu”, toplumsal yaşam için ciddi riskleri barındırdığından, ortaya çıkışından itibaren kendi anti-tezini yaratmış, siyasal arenada etkinlik kazanan toplumsal aktörler, devletin de desteğini alarak “piyasa toplumu”nu engellemeyi ve piyasa mekanizmalarını sınırlamayı başarmışlardı.
Polanyi’ye göre iktisadi liberalizm bir ütopya idi. İktisadi ilişkilerin toplumsal ve siyasal kontrolden tamamen çıkması felaketlere yol açacağından 19. yüzyılda, serbest piyasa ve ticaret söylemlerinin etkin olmalarına rağmen, piyasanın ve piyasa ilişkilerinin toplumsal bir çerçeve içine oturtulması (embedding) sağlanmıştı.
Bu, 19. yüzyıl boyunca İngiltere’nin ayakta tuttuğu ve hegemonu olduğu uluslararası sistem sayesinde olmuştu. 20. yüzyılın başında Birinci Cihan Harbi öncesi bu sistem çökmüş, Avrupa toplumlarında piyasa mekanizmaları tahrip edici etkilerini göstermeye başlamıştı.
Piyasa ekonomisinin yeniden denetim altına alınma işine ise Almanya’da faşizm, Amerika’da ise new deal olarak tabir edilen politikalarla girişilmişti.
Polanyi’nin analizinden çıkan sonuç, piyasa mekanizmalarının uzun vadede denetim altına alınmasının zorunlu olduğudur. Bu perspektiften bakıldığında, günümüzün temel meselesi “piyasa mı, yoksa devlet mi?“ değil, “nasıl bir regülâsyon?”, yani neoliberal düzenlemelerin yerine “nasıl bir iktisadi ve toplumsal düzenlemenin” geliştirile(bile)ceği” sorusudur.
Daha da önemlisi, bu denetime alma görevine demokratik güçlerin mi, yoksa otoriter faşizan çevrelerin mi talip olacağıdır. Abartılı gelebilir, ancak Avrupa Birliği’nin şu an karşı karşıya olduğu temel mesele budur.
Özellikle son 20 yılda neoliberal yapılanma, küreselleşme, sosyal hakların kısıtlanması, birçok toplumsal alanın piyasa mekanizmalarına açılması, sağlıktan eğitime birçok hizmetin metalaşması gibi ve benzeri olumsuz sonuçları doğurdu.
İş hayatında ise esneklik, verimlilik ve inovasyon gibi uygulamalar öne çıktı. Sosyal devletin budanması, ücretlerin reel olarak gerilemesi, artan işsizlik ve yoksulluk son yıllarda geliri göreceli olarak iyi olan, eğitimli orta kesimlerde de hissedilmeye başladı.
Boltanski ve Chiapello’nun Le nouvel esprit du capitalisme (Kapitalizmin Yeni Ruhu) başlıklı kitabı, bu süreci ve bireylerde yol açtığı kaygıları detaylı biçimde betimliyor.
Dünya ekonomisinin içine düştüğü durgunluktan çıkamaması ve Yunanistan’ın iktisadi belirsizlik içinde olması, küreselleşmeye ve Avrupa Birliği’ne olan güveni ciddi biçimde sarstı.
Kamuoyu yoklamaları ve sosyal araştırmalar demokrasiye olan güvenin giderek azaldığını, otoriter, anti-demokratik, göçmen karşıtı eğilimlerin toplumda daha fazla kabul görmeye başladığını ortaya koyuyor.
Günümüzde göçmen karşıtlığına, geçmişte ırkçılık karşıtı, ilerici siyasetlere destek vermiş, eğitimli orta kesimlerde de sıkça rastlamak mümkün. Bu durumun, ekonomik kriz, küreselleşme karşısında duyulan kaygı ve yoksullaşmadan başka sebepleri de var.
Örneğin Almanya’da göçmenlerin iktisadi durumlarını göreceli olarak düzeltmişti, statülerini geliştirmiş olmaları orta kesimler için pastanın küçülmesine neden olmuştu.
Bu kesimler için göçmenler, artık sadece çalıştıkları ofisin temizliğini yapan temizlik işçisi ya da arada sırada alışveriş yaptıkları bakkal veya yemek yedikleri lokantanın sahibi olarak değil, başka birçok alanda rakip olarak da karşılarına çıkıyor. Bu da göçmenleri daha fazla hedef haline getiriyor.
Burada dikkat edilmesi gereken husus ise, eğitimli ve orta kesimlere mensup olanların göçmenlere karşı duydukları tepkiyi, sadece “Türkler dışarı!” ya da “Göçmenler dışarı!” biçiminde değil, daha çok, “baskıcı İslam dini”nin, “baskıcı geleneklerin” ve “ataerkil aile yapılarının” eleştirisi biçiminde, ama özünde İslam karşıtı bir tarzda ifade ediyor olmalarıdır.
Çözümlemesini yaptığımız durum ve Avrupa Birliği’nin karşı karşıya olduğu siyasal kriz, 2013 yılında Almanya’da yapılacak olan seçimlerin önemini artırıyor.
Bu seçimlerde sadece Almanya’nın değil, Avrupa’nın da kaderinin belirleneceğini söylemek hiç de abartılı olmaz. Bu konuda iki seçenekten söz edebiliriz.
Birinci seçenek, zayıf bir olasılık olsa da, iktidardaki Hıristiyan Birlik ve Hür Demokrat Parti koalisyonunun devam etmesi ki bu durumda Avrupa Birliği düzleminde kemer-sıkmacı politikaların, Almanya’da ise biraz daha halk yardakçısı bir neoliberal politikanın devam etmesi kuvvetle muhtemel.
İkinci seçenek ise, Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller hükümeti. Bu durumda ise, neoliberal politikalardan tamamıyla vazgeçilmeyecek, muhtemelen bazı sosyal kısıtlamaların geriye alınması ve daha olumlu bir ücret politikası gündeme gelecektir.
Peer Steinbrück’ün Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin olağanüstü kongresinde partinin 2013 genel seçimlerindeki başbakan adayı olmasının hemen ardından Hıristiyan Birlik Partisi ile bir koalisyon ortaklığına karşı olduğunu açıklaması bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Hedefinin Yeşiller’le koalisyon ortaklığı olduğunu açıklayan Steinbrück, konuşmasında sosyal demokratik değerleri (özgürlük, adalet, dayanışma) öne çıkarmıştı. Parti başkanı Sigmar Gabriel ise, Şansölye Merkel’in savunduğu kemer sıkma politikasının ekonomik krizi daha da derinleştirdiğini belirterek eleştirmiş, partisinin Hıristiyan Birlik ve Hür Demokrat Parti hükümetinin yol açtığı sosyal ve iktisadi kısıtlamaları ortadan kaldırmaya yönelik on maddelik programını kamuoyuna sunmuştu.
Bu plan, asgari ücret uygulaması, yoksullukla daha kapsamlı mücadele, finans piyasalarının regülâsyonu ve bankaların daha sıkı denetimi gibi maddeleri içermektedir.
Özetle Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin programından ve yöneticilerinin açıklamalarından, neoliberal ekonomi politikalarının reddinden çok, onu sosyal adalet ve sosyal güvencelerle sentezleyen bir politika izleyecekleri varsayımını çıkarabiliriz.
Bu politikanın eksik olduğu söylenebilir, çünkü kapitalist üretim ilişkilerini, kapitalizm-demokrasi/katılımcılık gerilimini tartışma dışı bırakıyor, ancak uluslararası güç dengeleri dikkate alındığında daha gerçekçi addedilebilir.
Neoliberalizme alternatifi henüz oluşturulmuş değil ve Keynes’çi yaklaşım hegemonik olmaktan uzak. Dolayısıyla sosyal demokrat politikalarla siyasetin meşruiyet kazanması, büyüme odaklı bir stratejinin izlenmesi ve insanların yeniden demokrasiye güven kazanması kısa vadede daha makul görülebilir.
Unutulmamalı ki, kapitalizmi tartışmaya açmak için en uygun yönetim biçimi gerçek parlamenter demokrasidir. Alman sosyal demokrasisi içine düştüğü krizden bu yönde politikalar ve Avrupa Birliği’nin krizine çözüm üreterek çıkabilir. (YA/HK)
* Dr. Yaşar Aydın - Araştırmacı ve Öğretim Üyesi Universität Hamburg