İnsan hafızasının seçici olduğu söylenir. Ulusal hafıza(lar) için çok daha geçerli olmalı bu durum. Zira ulusal tarih ya da kimliğe ilişkin bazı şeyler ısrarla hatırlanır, hatta kimi zaman "icat" edilirken, kimileri de görmezden gelinir, hatta bilinçli bir "unutuş"a terk edilebilir.
25 Mayıs'ta Diyarbakır'dan arayan halam "Biliyor musun, az önce sela okundu, Esma Ocak vefat etmiş" dediğinde, aklıma ilk "unutuş"a terk edilmişlik geldi.
Birkaç yıl önce, halen hayatta ve üstelik de yaşamını Diyarbakır'da sürdürmekte olduğunu tesadüfen öğrendikten sonra kapısını çalarken de aklımda aynı şey vardı.
Söyleşi yapma talebimi kabul etmiş, Gündem gazetesinden foto muhabiri arkadaşımla beni, evinin kapısının önünde, düzgün taranmış dalgalı saçlarının çevrelediği güler yüzüyle karşılamıştı.
70'li yaşlarının ilk yarısını geride bırakmış olan ev sahibemiz, doğrusu, modern ve şık giyimiyle ve konuklarını karşılamadan önce sürdüğü rujla çok hoş görünüyordu. Asıl etkileyici yanıysa üretkenliğiydi.
Berdel'in, Kervan Servan'ın, Sara Sara'nın yazarı, görüştüğümüzde 13. kitabını yayına hazırlamakla meşguldü. Yeni kitabını, 75 yaşında kullanmayı öğrendiği bilgisayara geçiriyordu.
Üzümlü kek ve kurabiye eşliğinde gerçekleştirdiğimiz söyleşide, okuma yazmayı beş yaşında sökmesinden, şiire tutkunluğundan, ortaokulda roman yazmaya kalkacak kadar edebiyatla ilgili olduğundan ve bu ilgisine, abisi hukuk okumak üzere Fransa'ya gönderilirken kendisinin daha 15 yaşındayken görücü usulüyle evlendirilmesiyle ara vermek zorunda kalmasından söz etmişti.
Buraya kadar sıradan sayılabilecek öyküsünü dramatize etmemiş; eğitimine, edebiyatla ilişkisine, kent yaşamına mal olsa da, evliliğinde mutsuz olmadığını anlatmıştı. Hikâyesinin sıra dışı yanını, aşkla bağlandığı eşini çok erken yaşlarda kaybettikten sonrası oluşturuyordu.
Genç yaşta dul kalmış bir kadın olarak köşeye çekilmek yerine hem kocasının köydeki işlerinin başına geçmiş hem de yeniden yazmaya başlamıştı.
Büyük bir tutkuyla yazsa da çoğu kadın yazar gibi, başlangıçta yazdıklarını kolay kolay gün yüzüne çıkarmaya cesaret edememişti. İlk eseri Berdel'i, ancak şair Ahmet Arif'in teşvik etmesiyle yayınlamıştı.
Ulusal anlatıların dışında bir "kadın", "yazar"
Daha sonra ise yazmayı hep sürdüren Esma Ocak'ı, duyarlı ve keskin gözlemciliği ile etkileyici anlatım yeteneğini, ait olduğu sınıfın olanaklarının da yardımıyla birçok edebi ürüne dönüştürmeyi başarmış bir yazar olarak tanımlamak mümkün.
Bazı eserlerinde Kürt sözlü edebiyatının izleri açıkça görülür. Kendisi de bunu kabul ediyordu. Eski Kürt destanlarını dinleyip kayda geçirebilmek için at sırtında köy köy gezerek Dengbejlerin izini sürdüğünü anlatmıştı. Buna karşın yazdıklarına sahip çıkılmamasından sitemkardı:
"Sara Sara"yı yazarken o kadar çok heyecanlıydım ki! Diyordum, bütün Kürt gençleri gelecekler diyecekler 'Bu bizim edebiyatımız. Aman hocam bu nerede yaşandı?' Ama hiç umurlarında olmadı."
İlgisizlik gençlerle sınırlı değildi aslında. Söyleşinin bitiminde imzalayarak verdiği kitapların çoğu, zorlu koşullar altında yaşam mücadelesi veren kadınlara dairdi.
1981'de kaleme aldığı ve kadınlar üzerindeki ataerkil denetim ve şiddeti ustalıkla işlediği Berdel, halen güncelliğini koruyor olmasına karşın orada bahsedilen denetim ve şiddete karşı mücadele eden kadınların çok azı Esma Ocak'ı tanıyordu.
Yolu Diyarbakır'a düşenler adının bir parka verildiğini ya da eski bir Ermeni evini restore ederek oluşturduğu müzeyi bilirler. Ortalama bir hemşerisi, bunlara ek olarak onun bir yazar olduğunu da duymuştur. Ama bilgisi çoğunlukla bununla sınırlıdır. Hele benim kuşağımın bilgisi bu kadar bile değildir.
Bir ayağı Diyarbakır'da bir kadın hakları aktivisti olarak kentin yetiştirdiği bu üretken kadından bir tesadüf eseri öğrenene değin habersiz olma cehaletimi, yukarıda sözünü ettiğim "unutuş"a yormuş, söyleşiyi de bunun bir özeleştirisi olarak yapmıştım.
Sonra iki kitabı daha çıktı. Ama ne ulusal medyada söz edildi Esma Ocak'tan ne de kent ölçeğindeki edebiyat etkinliklerinde.
Geçen hafta gerçekleştirilen ve Türkiye'nin her yanından çok sayıda yazarı ağırlayan Diyarbakır Kitap Fuarında da Kırklar Dağının Düzü'nün, Surlı Kentin Sır Suyu'nun yaratıcısı Esma Ocak'ın adı duyulmadı, eserlerine ya da örneğin eserlerindeki Diyarbakır imgesine dair bir panel düzenlenmedi.
Kimbilir belki de bu iki katlı "unutuş"ta, Esma Ocak'ın ulusal anlatıların hiç birine tam oturmamasının payı vardı.
Ne modern Türk ulusal kimlik anlatısındaki kadın imgelerinden birine tam olarak uyuyordu ne de Kürt kimlik anlatısındakilere.
Okutulmamıştı, 15 yaşında görücü usulüyle evlendirilmişti ama Batılı modern Cumhuriyetin eğitim/asimilasyon marifetiyle kurtaracağı "doğu kadını" kalıbına sığmıyordu. Sınıfsal konumu ve bu konumundan da aldığı güçle, geniş arazileri yönetirken onlarca edebi esere imza atmayı başarmış bir yazar olması buna engeldi.
Öte yandan her ne kadar kendisi ısrarla Türk olduğunu vurlasa ve aslında gerek otobiyografik unsurlar taşıyan öykülerinde gerekse de verdiği roportajlarda kendisini kişisel anlatısını tipik bir "Cumhuriyet kadını" olarak kursa da, "modern Türk kadın yazar" nitelemesinin sınırları da onu kapsamamıştı. Diyarbakırlılığı, Kürt sözlü edebiyatından beslenmişliği buna engeldi anlaşılan.
Gerek yukarıda bahsettiğim kişisel kimlik kurgusu, gerek sınıfsal konumu gerekse de muhtemelen bunların her ikisiyle alakalı olarak Kürt hareketine mesafeli duruşu, yeni Kürt kimlik anlatısında da yer bulmasına engel olmuştu.
O, binbir meşakkatle Dengbejlerden derlediği Kürt destanlarına gençlerin ilgisizliğine anlam veremiyordu ama kentin son derece dinamik güncel kültürel atmosferinde "hatırlanmama"sı bundandı.
Tıpkı Diyarbakır'a dair güncel imgelerin hiç birinde yer almaması ya da kentte kadına yönelik şiddete karşı düzenlenen kampanyalarda Berdel'in yazarının tümüyle unutulmuş olması gibi.
Hayattaki duruşumuz ve başta feminizm olmak üzere birçok konuda fikirlerimiz farklıydı. Ama bu farklılığın aramıza mesafe olarak girmediği uzunca bir sohbeti gerçekleştirebilmiştik.
Kendisini tanımaktan memnuniyet duyduğum, "Berdel"i yazmış, en güzel Diyarbakır tasvirlerini kaleme almış Esma Ocak'a veda ederken, her dönemde egemen anlatıların kadınları tasnif etmiş olduğunu ve bazılarını unutuşa terk ettiğini; tam da bu nedenle hatırlamanın bizi birbirimize yakınlaştırmaya yarayan önemli bir direniş metodu olduğunu düşünüyorum.
* Dengbejlerden dinleyerek yazdığı "Muş Gürcüsü Destanı Romanı için:
"Benim işim yalnız yaşadığım çağla değil, evrenseldir. Bu nedenle kadını yıllar, yüzyıllar önce ve ilk olarak mistikleştiren Doğu'dan seçtim konumu. Bir Kürt boyunun taa ötelerden günümüze dek sözle, sazla ulaşan akıl almaz savaş yöntemlerinin, uğruna ölümlere gidilen bir gururun, insanı çılgına döndüren bir aşkın ve köklü bir törenin anlatısıdır bu destan."
* Kervan Servan Romanından:
"Masmavi, yemyeşil ve kıpkırmızı bir haziran sabahıydı. Olanca gücüyle alazlanan şafak, surların dibinden bayır aşağı inen Esfel bahçelerinin üstünde çalkalanan sis tülünü sarı turuncu huzmeleriyle deliyor, Kırklar Dağı tepesine tünemeye yeltenen güneşi, yukarılara itmek istercesine kaldırıyordu başını. Koyağın serin koynundan nazlanarak akan Dicle'nin ortasında ve sazların arasında ikinci bir şafak oynaşıyor, ağaçlar sabahın sessizliğini bozmaktan çekinircesine usul usul sallanıyorlardı...." (HÇ/BB)