Eskişehir'de 29 Haziran-3 Temmuz 2009 tarihleri arasında düzenlenen Toplumsal Cinsiyet ve Medya Atölyesi düzenlendi. Atölyenin konusu ise kadına görünmez şiddet üzerinde yoğunlaşıyordu. Biz de toplumsal algımızın tozunu almak için kadını kamu alanında da özel alanında da hapseden güce yani erkeklere, kadını, kadınlığı ve kadınlarla ilişkilerini sorduk. Çağdaş kıyafetlerin içinde saklanmış hatta kimilerinin yolu üniversite kampüsüne düşmüş sözde eşitlikçi namus gardiyanlarını da, yaşam kavgasında cinsiyetlerini unutacak kadar hayatlarından ve evlendikleri kadından yabancılaşmış insanları da dinledik. Ortaya çıkan tabloysa görünmez bir küresel savaşın mağduru olarak kadını anlatır nitelikteydi.
Yakınımdaki kadın namus, uzaktaki kadın hedef
23 yaşındaki lisans öğrencisi kadınla erkeğin Batı'da eşit olduğunu ve Batı'da kadına şiddet uygulanmadığını söylüyor, bunuysa eğitime bağlıyor. Aynı öğrenci bir dakika sonra ise kız arkadaşının mini bir kıyafetle çıkamayacağını, ondan izinsiz bir işe kalkışamayacağını kendince yumuşak bir dille ifade ediyor; ancak sokakta şiddete maruz kalan bir kadını koruyacağını söylemeyi de ihmal etmiyor. Bu erdemli davranışı(!) ile kendini meşrulaştıran genç ise bir erkek olarak kendisinin de "açık" giyinen kadınlara baktığını, bunun cinsiyetinin bir gereği olduğunu söylüyor ve topluma karşı kız arkadaşını korumak adına böyle bir şey yaptığında onla konuşmadığını söylemekte sakınca görmüyor. "Sonuçta ben de erkeğim. ben de o gözle bakıyorum. Ben ona bir yere çıkma dediğimde dışarı çıkmaz, çıkmamalı da zaten."
55 Yaşındaki berber ise kendisine yöneltilen soruları bir modernite abidesi gibi cevapladıktan hemen sonra konu kendi eşine geldiğinde eşinin isterse komşu kadınlarla dışarı çıkabileceğini söylüyor , kızlarla aile arasında da bir mesafe olmasınınsa kız çocuğunun terbiyesi bakımından gerekli olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor. Kısacası onun kuralları çerçevesinde bir özgürlük ailesindeki kadınlar için mümkün.
"Kurtlar sofrasında kuzuya gerek yok"
Elbette Türkiye'de olunca konu bir şekilde siyasete geliyor. Sorulan soru basit. 10 üzerinden 8'lik bir erkek liderle 10 üzerinden 9'luk bir kadın lider arasında bir seçim yapılacak. Eril düzenin matematiği de zayıf olacak ki soruyu sorduğumuz erkeklerin yarısından fazlası ya 9'un 8'den büyük olduğunu bilmiyorlar ya da bir değişken olarak cinsiyet onlar için biyolojik bir durumdan ziyade sosyal bir statü belirtisi halini çoktan almış. Soruya cevap neredeyse ortak. Bir erkek işi olan siyaset kadınlar için fazla kirlidir. Kadınları azize, hemşire ya da öğretmen dışında bir yere koymayan toplum hem eril bilincin yarattığı kirliliğin farkında hem de o kirliliği yok etme potansiyeli olan tek gücü izole etmekte hiçbir sakınca görmüyor. Seçimlerden önce yapılan anketlerde yarısı kadınları mecliste görmek istiyoruz diyen halk biraz silkelenip kendi olduğunda bilinçaltını açıkça ortaya koyuyor. Sonuç basit: "Karımın bir partide çalışmasını istemem! Politika daha çok erkek işidir. Kadının bir sürü meşguliyeti var zaten."
Bekaret masalları
Erkeğin yakınındaki ve uzağındaki kadınlar olarak ikiye ayırdığı kadınlar elbette belirli kıstaslara göre ayrılıyorlar. Bunlardan biri de şarkı sözü olarak bile sempatik durmayan "Evlenilecek kızlar var evlenilecek kızlar var." cümlesi. Belki de bu konudaki en ama en vurucu cümle yine üniversite öğrencisinden geliyor. "Kimse ikinci el kadın istemez; ama biz erkekler canımız çektiğinde de o işi başka kadınlarla yaparız,bu böyledir." İçinde sindirilmiş ve meşrulaştırılmış cehaleti taşıyan bu cümle duyduklarımızın sadece başı oluyor. Bir kadının iyi ya da kötü olmasına dair kıstasları ise onun giyimi, yürüyüşü, duruşu olarak tanımlıyor.
Yoksulluğun cinsiyeti yok
23 Yaşında boyacılıkla geçinen bir erkek ise dört yıllık eşinin şu anda çocuklara baktığı için çalışamadığını; ancak bu hayat kavgasında kendisine uygun bir iş bulursa çalışacağını söylerken aramıza katılan annesiyse bana iş bulun, gelin çocuklara baksın diyerek, hem toplumsal cinsiyet algısının kadın tarafından da üretildiğine kanıt oluyor hem de bana iş bulun cümlesini her tekrar edişinde hayatta olma savaşının ezilen sınıf için aslında tüm eşitlik kavgalarından ziyade insan gibi yaşama hakkında eşitliğe dair bir savaş olduğunu ortaya koyuyor.
Toplumdaki ekonomik çöküntü kadın ve erkeğin eşit olabileceği bir topluma inanan iki üniversite öğrencisinin de gündemi oluyor. Tüm diğer örneklere göre kadına daha barışçıl bakan bu iki öğrenci ise kadın hareketlerinin büyük değişimlere yol açabilecek kadar güçlü olmamasını ekonomik sistemlerdeki çözümsüzlüğe ve bu sistemlerle feminizm arasındaki bağın kurulamamış olmasına bağlıyorlar ve emekçi ya da yoksul ailelerin çizdiği genel Türkiye tablosunda hayatta kalmanın asıl kavga olmasının normal olduğunun altını çiziyorlar.
Tüm sosyal ya da ekonomik toplumsal eşitsizliklere rağmen, kadınların maruz kaldığı şiddet sona ermiyor ya da hayati önemini yitirmiyor. Ne yazık ki Türkiyeli erkekler için morluk, yara ve bereler görünür olmadıkça kadın şiddete maruz kalmış değil. Hatta çoğu zaman fiziksel şiddete savaş açmışçasına coşkuyla fiziksel şiddete karşı kadını koruyan erkekler aynı kadınları ekonomik ve sosyal alanda ezdiklerinin farkında bile değiller. Ayı yavrusunu severken öldürürmüş misali, eril sistem kadını koruma ve kollama adı altında onu köleleştirmesini daha sistematik hale getiriyor hatta bu köleleştirmeyi hızlandırmak için özne olarak kadını bile kullanabiliyor.(SU/BÇ)