(Bugün, 24 Haziran 1939, Behrengi’nin doğumgünü)
Çağan Irmak’ın yönettiği “Çemberimde Gül Oya” adlı dizi filmde, öğretmen, öğrencilerine bir kitap dağıtır. Yazarı “anarşist” olarak değerlendiren müdür, kitapları toplatıp okulun bahçesinde yaktırır. Ama bir çocuk kendi kitabını saklamıştır. Sonra öğretmenine gösterir, “Kötü bir kitap olsaydı, babam bana aynı kitabı almazdı” diyecektir. Bu kitap, Behrengi’nin “Küçük Kara Balığı”dır.
Kitabın minik kahramanı gibi ben de birçok kuşakdaşım da [Samed] Behrengi’nin kitaplarıyla büyüdük; özellikle “Küçük Kara Balık”la ve “Bir Şeftali Bin Şeftali”yle. Kendi çocukluğumda neyse ki dizideki gibi bir olay yaşamadım. Annem anaokulu öğretmeniydi, böylece “6 yıl anaokulunda okudum” diyebilirim; sınıf öğretmenim de annem gibi aydınlık bir insandı; kendisine minnettarım. 5 yaşımda yitirdiğim babamdan geriye kocaman bir kütüphane kalmıştı ve bunun içinde 12 Eylül’de mutlaka yakılması gereken “sakıncalı” kitaplardan bugün çok zor bulunan şiir kitaplarına kadar çok geniş bir yelpaze söz konusuydu. Yıllar geçtikçe o kütüphaneden daha çok kitap okudum ve daha zorlarını (ve elbette daha “sakıncalılarını”) okumaya başladım. Fakat hepsi Behrengi’den başlar. Okuma-yazma serüvenimi başlatan Behrengi kitaplarının benim için her zaman özel bir yeri vardır. Yaklaşık 30 yıl önce okuduğum Behrengi kitaplarını şimdi yeniden okuyorum. Bu yazı da böylece ortaya çıkıyor.
Küçük Kara Balık
Samet Behrengi’nin (1939-1968) en çok bilinen kitabı “Küçük Kara Balık”. Yazar bu kısacık ömrüne enfes masallar sıkıştırmayı başarmış. Bilindiği gibi, “Küçük Kara Balık” bir itaatsizlik anlatısı. Masaldaki başkişinin küçük bir balık olması, çocuk okurların onunla özdeşlik kurmasını kolaylaştırıyor. Özdeşlik kurulan anlatılar, daha çok merak uyandırıyor; çünkü okura kendi öyküsüymüş gibi geliyor. Elbette özdeşleşebilme becerisi için çocuk okurun belli bir yaşın bilişsel düzeyine erişmiş olması gerekiyor. Masalın bir “anlatıcı nine” çerçevesiyle açıldığını da burada not edelim.
Anne, çocuğun aykırı düşünmesini kandırılmasına yorar. Öyle ya, çocuk aklı öyle şeylere ermeyecektir. Fakat toplum, çocuğun aykırı düşünmesini kandırılmasına değil annesinin çocuk yetiştirmedeki yetersizliğine yorar; ondan utanç duyarlar hatta neredeyse ona saldıracaklardır. “İleri geri konuşan” salyangozu öldürmüşlerdir, “küçük kara balık”ı da öldürmeye kalkarlar. Küçük, arkadaşlarının yardımıyla kendini onların elinden kurtarıp uzaklara kaçar. “Arkadaşlarının yardımıyla” ifadesi önemli. Bir bireysel kurtuluş anlatısı değildir bu.
Küçük Kara Balık, dere sandığı ırmağın sonuna varmak için çıktığı yolda, kurbağa, yengeç, kertenkele, ceylan ve kaplumbağalarla karşılaşacaktır. Bunların çoğu, belli bir kavramı simgelemektedir: Kurbağalar kendini beğenmişliği, yengeçler kurnazlığı, kertenkeleler bilgeliği, ceylanlar masumluğu temsil edecektir. Küçük, kertelenkele sayesinde gelecekteki tehlikelere karşı önlemini almış olur. Kertenkeleden onun gibi birçok bilinçli balığın buralardan geçtiğini öğrenir. Hatta birleşip bir topluluk olmuşlardır. Gece çöktüğünde ay dedeyle sohbet eder.
Minik balıklar, yolculuğunda küçüğe katılacaklarken, Küçük’ün beklediği gibi bir kuş tarafından yakalanır; kuşun torbasına atılırlar. Minikler hemen pişmanlık duyar, Küçük Kara Balık’ı suçlarlar. Bunlar zor karşısında hemen yılıp saf değiştirenleri simgeler elbette. Kuş, miniklere “canınızı bağışlamamı istiyorsanız Küçük Kara Balık’ı öldürün” der. Yapacaklardır; ancak Küçük, hançerini çıkarır ve bir oyun oynarlar. Küçük, ölü taklidi yapar. Zalim kuş elbette sözünde durmaz. Küçük, torbayı dikenden hançeriyle yırtar ve kuştan kurtulur.
Sonunda “Deniz’lere çıkar sokaklar” sözünde olduğu gibi denize ulaşır. Kendi gibi özgür bir balık sürüsüyle karşılaşır. Sonra bir karabatağa yakalanır. Onu kandırmayı başarıp suya geri döner, yeniden yakalanır. Karabatağın karnındaki bir minik balığı kurtarır. Kendisi de hançeriyle karabatağı öldürür ama kendisinden bir daha ses çıkmaz. Bir daha ondan haber alan olmaz. Anlatıcı çerçevesine döneriz. Ninenin masalını dinleyen balıklardan biri, Küçük Kara Balık gibi düşünecek, o gece uyuyamayacaktır. Anlatının sonsuz bir biçimde başa döneceğini anlarız...
Küçük Kara Balık’ın başarısı, yalın bir biçimde itaatsizlik, gelenekçilik, toplumsal baskı vb. konuları işlemesinden ileri geliyor. Ayrıca, yukarıda belirttiğimiz gibi, bu, bir “bireysel kurtuluş” anlatısı değil. Küçük, ölmese, özgür balık sürüsüne katılacaktı. Dolayısıyla, bireyciliğe övgü söz konusu değil. Mutlu sonla bitmemesini de not etmeli. Hak arama mücadelesi uzun bir süreç. Bu açıdan, Küçük Kara Balık, oldukça gerçekçi bir anlatı.
“Küçük Kara Balık”ın az bilinen bir yönü şu: Kitap, evrim kuramına bağlanabiliyor. Küçük, karadaki yaşamı merak eder. Evrim kuramına göre, işte bu merak, deniz hayvanlarının bir bölümünün evrim içerisinde kara hayvanlarına dönüşmesini ve sonul olarak insan türünün ortaya çıkmasını sağladı. Dolayısıyla, zaten ‘küçük kara balıklar’ merak edip karaya çıkmasa biz insanlar var olmayacaktık. Evet, ilk çıkanlar, karaya uygun bir donanıma sahip olmadıkları için öldüler; ama zamanla karaya uyum sağlayacak donanımlar evrimleşti. Artık karaya çıkmak ölüm anlamına gelmeyecektir.
Bir Şeftali Bin Şeftali
“Bir Şeftali Bin Şeftali”de bir köye gideriz. Köyün ağası, köyü parselleyip en kötü arazileri köylülere satar. En güzel bahçeyi kendine ayırır. Bu bahçede iki şeftali ağacı vardır. Büyük olanı her yıl bümbüyük meyveler verir; küçük olanı ise çiçek açar ama bir türlü meyve vermez. Bahçıvan bu nedenle ağacı neredeyse kesecektir. Böylece küçük ağacın kendi ağzından öyküsüne geçeriz. Bu, bir ağalık karşıtı anlatıdır. Şeftali ağacı, kızına, kendi öyküsünü anlatan şeftali tanesine şöyle diyecektir:
“Üç beş kendini bilmez halk düşmanı, ne yaparsa yapsın, güneş anayı küstüremez.” (s.17)
7-8 yaşındaki iki köylü çocuk Sahip Ali ve Polat arasında şu konuşma geçer:
“Biz insan değil miyiz sanki? Tüm meyveyi toplayıp zıkkımlansın diye ağa olacak o ite götürüyor.” (s.20)
Her yıl bahçeye dalan ancak bu kez tadılacak meyve bulamayan çocuklar, ağanın köyü soyup soğana çevirmesine kızarlar. Onlara göre bu bahçe köylünün malı olmalıydı. Akıllarından bahçeyi yakmayı geçirirler. Bahçede gezinirken, yerde meyve toplanılırken unutulmuş bir şeftali görürler. İşte bu şeftali, öyküsünü anlatacak olan şeftalidir. Sonrasında şeftalinin iki çocuğun bahçıvandan gizli şefkatiyle büyümesine tanık oluruz.
Peki ama ne olacaktır şeftali ağacı büyüdüğünde? Kendilerinin olmayan bir toprağa ekmişlerdir ağacı. Çocukların yanıtı basit ve aydınlatıcıdır: “Toprak, üstünde çalışanındır.” (s.50) Ancak ağaç meyve vermeden, çocuklardan biri, Sahip Ali, son nefesini verecektir, yılan sokmasından. Aslında Sahip Ali, şeftali ağacı için ölmüştür: Niyeti, yılan avlayıp ölüsünü gübre olarak şeftali ağacının altına gömmektir. Sahip Ali’nin kardeşi kadar yakın arkadaşı Polat, onun ölümünden sonra üzüntüsünden köyde duramaz; kentte bakkal dayısının yanına çırak olur.
Bundan sonra şeftali ağacı açmak istemeyecektir: “Ağaya uşaklık eden, köy halkını düşman belleyen bahçıvanın eline düştüğüme üzülüyordum.” (s.58) O günden sonra asla meyve vermez. Ağaç için bu, bir yas ve protesto niteliği kazanır. Sözlerini “boyun eğmiyorum işte” (s.60) diye bitirecektir.
Bir Günlük Düş ve Gerçek
“Bir Günlük Düş ve Gerçek” (Diğer adı: Püsküllü Deve), Tahran’da iki çift çocuğun öyküsü olarak başlıyor. Metnin ilk yarısı masaldan çok öykü niteliğinde. Ayakkabısızlık üstüne bir eğlence. Analı babalı olan, ancak gün boyu sokak çocuğu gibi yaşayan dört çocuğun maceraları. Yoksul çocuklardır hepsi. Fakat yarıdan sonrası masal niteliği kazanıyor.
Başkişinin (Latif) bir el arabasından başka mülkü olmayan babası, bir çift ayakkabı için şöyle diyecektir: "On günlük gelirimizi yemeden içmeden üst üste koysak bir çiftini alamayız bunlardan." (s.27) Baba-oğul geceleri el arabasının üstünde uyurlar.
Bu kadar zor koşullarda büyüyen çocuğun hayallere sığınması şaşırtmaz. Oyuncakçıdaki oyuncaklar canlı gibi davranırlar. Devesi onu gezmelere götürür. Bu gezmeler sırasında Behrengi biz okurlar için Tahran’daki sınıfsal eşitsizlikleri gözler önüne serer. Zengin Kuzey Tahran ile yoksul Güney Tahran arasında büyük bir uçurum vardır. Öte yandan, babasını isyan etmekten alıkoyanın dindarlığı olduğunu görürüz:
“"Varlıklı olmak iyi bir şey, değil mi baba? İnsan her istediğini yer, her istediğini alır, değil mi baba?"
Babam: "Oğlum günaha girme, şükret. Ulu tanrı kimin varlıklı kimin yoksul olması gerektiğini kendi bilir."” (s.43)
Gün boyu babası Latif’e bakamaz. Sokaklar onundur. Araba da çarpar, polis de kovalar, kendisine kötü davranan bir esnafın camını indirip kaçar da vb... Diğer arkadaşı Ahmet Hüseyin, gün boyu dilencilik yapar. Alışkın olduğu yaşam, beklenmedik bir gelişmeyle tuzla buz olacaktır.
“Bir Günlük Düş ve Gerçek”, Behrengi’nin yalnızca masalcılıkta değil toplumsal gerçekçi öykücülükte de yetenekli olduğunu gösteriyor. Bu anlatı, yazılmasından 50-55 yıl sonra hâlâ geçerliliği koruyor kâh Tahran sokaklarında kâh İstanbul sokaklarında...
Sevgi Masalı
“Sevgili Masalı”nda başkişi padişah kızı. 7-8 yaşındayken yaklaşık olarak aynı yaşta bir uşağı var: Koç Ali. Koç Ali, padişaha tutulduğunu söyleyince saraydan yaka paça kovuluyor. Yıllar yılları kovalarken padişah kızının kendini beğenmişliği tavan yapıyor. Birgün hiç uyuyamaz hale geliyor. Nice hekimler gelip bir çare bulamazken, sonunda yaşlı bir hekim, “bunun çaresi, ‘Sevgi Masalı’dır” diyor, böylece bu masalı okuyacak birini arıyorlar. Bir çobandır bu masalı bilen yalnızca. Çobanı zar zor ikna ederler. Sevgi Masalı’nı anlatmaya başlar. Masal, buraya kadar okuduğumuz masalla başlar. Masal içinde masal vardır. Sonra bu masalın içinde başka bir masal olduğunu görürüz. Birkaç masal içiçe geçip yineleniyor.
Masalda, saray ile halk arasındaki sınıfsal çelişki öne çıkıyor. Bir yandan da, önemsiz bir ayrıntı olarak, padişahın kılıç yapımını yasakladığını, demircilerin ise bu yasağa aldırmayıp gizli gizli kılıç ürettiklerini öğreniyoruz. Masalın sonu, fazlasıyla iyimser. Padişah kızı masal dinleyerek iki anlamda da “iyi”leşiyor: Hem sağlığına kavuşuyor hem de iyi bir insan oluyor. Bu, gerçekçi değil.
Ulduz ve Kargalar
Kitabın ilk sayfasına bakılırsa Ulduz (Yıldız) Behrengi’nin öğretmenlik yaptığı köylerden birindeki öğrencisi. Ulduz bu öyküyü yalnızca “yoksul ve şımarık olmayan çocuklar”ın (s.5) okumasını ister. “Okula dadılarıyla birlikte giden” (s.5) çocuklar ile “okula pahalı özel arabalarıyla giden” (s.5) çocuklar, öyküsünü okumasınlar ister.
Ulduz’un üvey anası vardır. Anneliği onu evde bir odada yalnız bırakır ve “uslu dur” diye tembihler. Minik Ulduz kendini çok yalnız hisseder ve dışarıdaki kargalarla arkadaşlık kurar, onlarla sohbet eder. Kargayla sohbetlerinde nadiren de olsa toplumsal izlekler öne çıkar:
“Günah da ne demek? Benim ve yavrularımın açlıktan kırıldığı bir zamanda hırsızlık yapıp, onları beslemem mi günah? Ben ve yavrularım aç kalırsak, açlıktan ölürsek, işte asıl günah o zaman olur. Yani aç bırakılmaktır asıl günah olan. Asıl günah, bir yerde gıda savurganlığı varken gıdasızlıktan ölmektir, senin anlayacağın.” (s.10)
Bu öykü, “kötü üvey ana” şablonuna göre ilerliyor. Ayrıca bu öyküde, toplumdaki batıl inançları gözlemleme olanağı buluruz. Üvey ananın kötülüklerine karşı, Ulduz, komşunun oğlu olan Yaşar’dan destek alacaktır. Bu süreçte kendileri de kötülük yaparlar. Kargalarla dostluğu Ulduz’a pahalıya patlar.
Ulduz ve Konuşan Bebek
Bu öykü, Ulduz’un “Konuşan Bebek”inin gözünden verilen bir anlatımla başlar. Önceki Ulduz kitabında olduğu gibi, ilk başta çocuklar arasında saflar belli edilir:
“(...) şımarık ve kendini beğenmiş çocuklar bu öykümüzü okumaya kalkmasınlar diyorum. Hele o kaldırımlarda aç dolaşan evsiz barksız yoksul çocukları adam yerine koymayan, işçi çocuklarını küçümseyen, ve arabalarına kurulunca kasılan varlıklı ailelerin çocukları okumasın öykümüzü. Çünkü Behrengi Öğretmen öykülerini o yoksul çocuklara yazar, bunu her fırsatta söylemişti.
Ama yaramaz ve kendini beğenmiş çocuklar da düşünce ve davranışlarını düzeltebilir. O zaman Behrengi Öğretmen’in gönlü olur, okutur öykülerini...” (s.6-7)
Uldız bu masalda da üvey anne zulmü nedeniyle yalnızdır ve zor durumdadır. Sürekli olarak fiziksel ve psikolojik şiddet görür. Öz annesinin onun için yaptığı bebeği dile gelir ve onun dert ortağı olur. Metinde nadir de olsa toplumsal izleklere gönderme yapılır. Örneğin, “Biz, ışık ne denli cılız olursa olsun yine de aydınlatır, deriz.” (s.43) Fakat metin, genelinde ortalama bir anlatı izlenimi veriyor.
Pancarcı Çocuk
“Pancarcı Çocuk” kitabı dört öyküden oluşuyor: Pancarcı Çocuk, Duvarda İki Kedi, Kar Tanesinin Serüveni ve Nine ve Sarı Civcivi. Pancarcı Çocuk’ta Behrengi, öğretmenlik yaptığı köydeki bir köylü çocuğun öyküsünü anlatıyor. Öyküde, sömürü ve direniş gibi izlekleri görüyoruz. Duvarda İki Kedi, iki kedinin kendi aralarındaki yol verme kavgasını konu alıyor. Bu, simgesel olmayan bir anlatıysa eğlenceli bir çocuk öyküsü; yok eğer simgesel bir anlatıysa, muhaliflerin o kadar benzerliklerine karşın birlik olmak yerine birbirlerini yemelerine bağlanabilir. Sonuçta, iki tarafı da soğuk bir duş bekleyecektir. Kar Tanesinin Serüveni’nde bir kar tanesi dile gelir ve Behrengi’ye yolculuğunu anlatır. Son öykü ise, “fitne fesatla” ilgili.
Bu kitabın arka kapak yazısı, çocuğa ve çocuk edebiyatına kaldıramayacağı bir ideolojik ağırlık yüklemiş gibi görünüyor:
“Çocuk edebiyatı, çocuksu, tatlı, renkli ve yalın düşlerle, acılı ama bilinçli gerçek yaşamımız arasında bir köprü görevi üstlenmelidir.
Çocuk bu köprüden geçmeli ve bu bilinçle silahlanarak bizim karanlık dünyamıza aydınlıklar saçmalıdır...
Çocuğa öyle kesin ve bilimsel bir ölçü ve görüş açısı kazandırmalıyız ki, toplumun değişken koşulları altında çeşitli sorunlarını çözümleyebilsin...”
Silahla aydınlatmak zaten tek başına bir oksimoron olmuş.
Kel Güvercinci
“Kel Güvercinci” ilk bakışta klasik bir Keloğlan masalı gibi görünse de, diğerlerinden çeşitli noktalarda farklılaşır. Padişah kızı, Keloğlan’a aşıktır; Keloğlan da onu sevmektedir; ama oralı olmaz, sevdasını gizler. Neden? Koskoca padişah kızı, tutup şu fakir Keloğlan’a mı varacaktır?!! Bu ifade, aslında, ezilenlerin bile zulüm düzenini içselleştirdiğini gösterir. Oysa padişahın kötülüklerinden sonra, başka Keloğlan masallarından alışık olmadığımız bir akıl yürütmeyle karşılaşırız.
Keloğlan, kapitalistin malını kamulaştırmanın uygun olup olmadığını tartışır, uygun olduğuna karar verir ve bu akıl yürütme en yalın biçimiyle masalda karşılığını bulacaktır:
“Peki Kel’im, bir düşün bakalım, şu Hacı Ali’nin malı sana helal mi haram mı?”
“Bunca parayı nerden bulduğuna bağlı.”
“Fabrikalarından!”
“Çalışarak mı?”
“Yoo, o parmağını bile kıpırdatmaz, yalnız kazancı toplar, yan gelip yatar, keyfine bakar.”
“Peki kim çalışıp kazancı sağlar? Ha? Kel’ciğim saksını çalıştır? Doğru yanıtla, işçiler çalışmazsa fabrikanın durumu ne olur?”
Yanıt:
“Kapanır!”
Soru:
“O durumda yine kazanç sağlanır mı?”
Yanıt:
“Değil Elbet..”
Sonuç:
“Gereği görüşüldü. Soru ve yanıtlardan elde ettiğimiz sonuca bakılırsa, işçiler çalışır, kazanç Hacı’nın cebine akar, Hacı onlara azıcık bir ücret verir. Öyleyse Hacı’nın malı mülkü kendinin değildir, bana da helaldir!”” (s.20, s.22)
Keloğlan, bu akıl yürütmenin sonucu olarak, Fabrikatör Hacı Ali’nin mallarını kamulaştırıp yoksullara pay eder. Her yoksulun kapısına gizlice paylarını bırakır. Yoksullar, bunu kimin yaptığını bilmezler. Elbette bu, sınıflı toplumu ortadan kaldırmak anlamına gelmediği için kesin çözüm değildir; yine de masal açısından not edilesidir.
Masal, yönetici (padişah vb.), zengin ve asker ittifakını yansıtır. Ezenler, gerektiğinde, kendi aralarındaki çatışmaları unutup birlik olarak ezilenlere yöneltirler zulüm araçlarını... Masala göre, ezilenlerin ezenleri yenmesi için tek şans, büyü ya da bilgidir. Bu büyü ya da bilgi, ezenlere değil ezilenlere ulaşacaktır; çünkü onu yalnızca iyi ahlaklı olanlar hak eder ve bilindiği gibi, Keloğlan masallarında iyi olanlar hep ezilenlerdir.
Behrengi’nin masalları ve öyküleri dışında, eğitim sistemi ve folklor üstüne makalelerini derlediği kitapları bulunuyor. (*) Ancak bunların bildiğimiz kadarıyla tümü Türkçe’ye çevrilmemiştir.
Behrengi’nin Türklüğü
Behrengi’yi bir de Türklük açısından değerlendirebiliriz elbette. Nazım Hikmet, Türkiye’de komünist olarak bilinir ve Türkçülerin yakın zamana kadar sevmediği bir isimdi. Oysa aynı Nazım Hikmet, eski Orta Asya Sovyet Cumhuriyetleri’nde milli şair olarak seviliyordu; çünkü Rusça şiir yazmak yerine ana dilinde yazmakta ısrar etmiş, ana diline güzellikler armağan etmişti. Bu durum, aslında, Türkiye’deki Türkçülüğün Orta Asya’daki Türkçülükten fazlasıyla farklı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Behrengi’ye baktığımızda, onun masal ve öykülerini okunurluğunu arttırmak üzere Farsça yazdığını biliyoruz; ancak ana dili Azerice ve anlatılarındaki hemen hemen tüm kişilikler Azeri. Belki Behrengi’nin yapıtlarının bize daha yakın gelmesi, hatta çeviri değil Türkçe yazılmış hissi vermesi de bundan... Behrengi, bu kendi ana dilinde yazamama durumuyla ilgili olarak ‘Ulduz ve Konuşan Bebek’te konuşan bebeğe kendisi için şöyle dedirtecektir: “İnanın o da öz dili Azeri Türkçesiyle değil de başka bir dilde yazmaya zorlandığından kahroluyor. Ama ne gelir elden?” (s.6)
Görüldüğü gibi Behrengi yazını geleceğe kalacak bir yazın. Ele aldığı konular, anlatımlar ve işlediği kavramların bugün de karşılığı bulunuyor. Bu yönüyle, 30 yıl sonra da önereceğimiz yapıtlar arasında yer alacaklarını görmek şaşırtıcı olmayacak... (UBG/AS)
(*) Kurmaca olmayan yapıtlarının bir dökümü için bkz. Kanar, 1999.
Kaynakça
Behrengi, Samed (2001). Sevgi Masalı. (res. Hamid Mirghanbari). İstanbul: Gendaş.
Behrengi, Samed (1980). Ulduz ve Kargalar. (çev. İldeniz Kurtulan, res. Mustafa Delioğlu). İstanbul: Oda.
Behrengi, Samed (1980). Pancarcı Çocuk. (çev. İldeniz Kurtulan, res. Emir Sarıer). İstanbul: Oda.
Behrengi, Samed (tarihsiz). Bir Günlük Düş ve Gerçek. (çev. İldeniz Kurtulan, res. Hamid Mirghanbari). İstanbul: Gendaş.
Behrengi, Samed (tarihsiz). Bir Şeftali Bin Şeftali (çev. İldeniz Kurtulan, res. Mustafa Delioğlu). İstanbul: Akyüz Yayınları.
Behrengi, Samed (tarihsiz). Kel Güvercinci. (çev. İldeniz Kurtulan, res. Hamid Mirghanbari). İstanbul: Gendaş.
Behrengi, Samed (tarihsiz). Küçük Kara Balık (çev. İldeniz Kurtulan, res. Hamid Mirghanbari). İstanbul: Gendaş.
Behrengi, Samed (tarihsiz). Ulduz ve Konuşan Bebek. (çev. İldeniz Kurtulan, res. Mustafa Delioğlu). İstanbul: Akyüz Yayınları.
Kanar, Mehmet (1999). Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi. İstanbul: İletişim.