*Fotoğraf: Pexels.
"Ev bizi korurken, bizi yaşamdan ayırdığı duvarlar da git gide kalınlaşıyor olabilir mi? Korunmak ve toplumdan yalıtılmak yalnızlık duygusunu derinleştirir mi?
Dört duvar arasında kapalı kalmak kötü bir şey midir? Zamanı nasıl etkiler? Bu ortamın düşünceler üzerindeki etkisi nedir?"
Ev, mahrem olanımızı başkalarının gözünden, müdahalesinden koruyan, belirlenmiş sınırları olan özel alandır. Nesnel olarak sahip olduğumuz maddi servetimizin de koruyucusudur.
Beni, benim bardağımı, aynamı, gömleğimi, yatağın benim tarafını ve de onu, "EV" dediğimiz kavram somutlaştırır. Uluorta, herkes içerisinde yapmayacağımız, insanların kem, şehvetli, ikiyüzlü nazarından sakındığımız şeyler var.
Bunları mahremimiz, özelimiz olarak tanımlarız. Ev de, sınırlarını belirleyen duvarları, birilerini, istenmeyeni, zamansız geleni dışarıda tutmaya yarayan kapıları, sürgüleri, kilitleriyle bunların ihlalini engellemeyi sağlayan bir sistemdir.
İçerisi ve dışarısı
Mahremiyet, başkalarının esirgenmek zorunda olduğumuz gözüyle olan ilişki ise, bunun derecesi "ev" denilen olgunun saydamlık ve şeffaflık sınırlarını, derecelerini belirler.
Bugüne dek duvarı olmayan, her yanı camdan yapılmış, içerisi görünen saydam bir evin yuva olarak kabul görmemesinin nedeni, yerleşik kurallara, geleneğe sırt çevirme, isyan barındırmasıdır.
Mahremiyetin duvarları, bireyin toplumdan sakladığı sırları, suçları ve günahları saklar. Bunların alenileşmesini önleyen yüksek duvarlar, kilitli kapılar, her zaman gerçeğin bir sır perdesi ardında kalmasına, tabuların sürmesine hizmet eder.
Dışarısı ile içerisi karşıt olgular değildir. Aralarındaki fark, evdeki mekanik-nesnel barikatlar, engeller düzeneğinin belki de dışarısından çok daha kapsamlı oluşudur.
Metrelerce yükseklikteki duvarlardan oluşmuş bir labirentte olmak, insana, duvarları yıkık, kapıları kırık bir evin ortasında olmaktan çok daha özgür olduğunu duyumsatabilir.
Çünkü duvarlar toplumun ve kişinin çimentosuyla örülerek yükselen bir dayatmalar bütünüdür. Labirentte arayış, umut, çabanın olumlu-olumsuz karşılığı varken "içeride", "ev dediğimiz totemin" arayışlarla, umutla, kurtuluşla bir ilintisi yoktur.
Kuş sürüleri
Ev, sağladıkları yanında yaşamdaki sorumlulukların, rollerin, yüklerin de belirli olduğu, reddedilemediği, yapma yükümlülüklerinin, dayatmalarının uygulama alanıdır.
Evde herkesin bir yeri ve görevi vardır. Dışarısı; sokaklardan, kalabalıklardan, sosyal alanlardan oluşur. Burada kimliğimiz çoğu zaman sadece bir cinsiyete indirgenir.
Bizden genel kurallara uymamız -aşırı çıplaklık, açıklanamaz tarzda hareket etmeme, ölçülü olmak, görünüme dikkat etmek, normal ve uyumlu olmak- beklenir.
Mesafelerin bile yaklaşık bir sayısal değeri vardır. Sosyal alanlardaki -sokak, meydan, kafe, durak, metro, market- insanların hareketleri kuş sürülerinin toplu hareketlerini andırır.
Kalabalıkların, sürünün bir parçası olduğumuz varsayılır. Ne olduğumuz, yaşamsal yüklerimiz, sorumluluklarımız, görevlerimiz hesaba katılmadan kabul ediliriz kalabalık içerisine.
Yani "dışarısı" özgürlükse, orada daha rahatsak, daha mutluysak, bunun nedeni birey olmaktan daha belirsiz bir şeye dönüşmüş olmamızdır.
Felsefede ev
Ev'e gerçeklik kazandıran 'içerisi' olarak tanımlanmasıdır. Böyle bakıldığında ev, tümüyle bizim olanları sınırlar; görünür, kavranabilir, şekli, yüzeyi, boyutu olana dönüştürür. Sahip olunan nesneler, varlıklar başka yerlerde, dağınık bir şekilde değil oradadır.
Dışarıdaki sahip olunan, zamanda geçici, mekan olarak belirsizdir, nesnel olarak silik, boyutsuz, hayali izler taşır. Sanaldır. İçeri'nin görevi insana bunu göstermektir.
Felsefede ve dinsel erginleşmede, maddi varlığın yadsınması, aşılması manevi olgunlaşmanın gereği olarak görüldü. Bu ruhen olgun, aklen ergin kişilik halinin günlük hayattaki karşılıklarından birisi de maddi varlığı küçümsemek, özgürlüğü yüceltmektir.
Ev; maddi varlığımızı, servetimizi simgeliyorsa, evden nefret etmek olgun insanın tavrıdır. Özgürlükle dışarısını özdeşleştirmek, evde kalmaktan nefret etmek, tam da bu sebeple karşılık buluyor duygularımızda, davranışlarımızda.
Var olmak ev, içeri üzerinden mümkünken, onu, dışarısını ütopik bir kurtuluş olarak kabul etmekle dengeliyoruz.
"Ben"i bulmak
Bizden bir seçim yapmamız istense, düşecek bir göktaşının aynı zamanda hapishanemiz olan evimizin veya dışarıdaki yaşamın üzerine düşürecek kumanda kolunu elimize tutuştursalar ne yaparız?
Madde ve nesneler bizi hayata bağlar. Mal canın yongasıdır. Başımı sokacak bir damım yoksa dünyanın varlığı ne anlam taşır?
Kısaca, birbirinin sebebi ev ile dışarısı, esirgeyen yüksek duvarla ile gökyüzü.
İnsan çoğu zaman kendiyle barışık değildir.
Evden nefret etmemizin kaynağında da bu kendine küs haller var. Ne zaman ki kendimizle barışırız, bir başkası yerine koyduğumuz "ben"i buluruz, belki o zaman dış-iç, ev-sokak, ben-o kavramlarının bir karşıtlığı kalmaz. Duvarların içinden geçer, özgür oluruz.
Ev-içerisi değişen, başkalaşan her şeye, her yere karşın hep "aynı" kalır. İnsan evrimi boyunca çeşitli mekanlarda sürdürdü yaşamını. Binlerce yıl mağarada yaşadı insan.
Yer altına kazılmış sığınaklarda, sazdan, kerpiçten kulübelerde yaşadı. Evrimi boyunca İnsan-mekan ilişkisi hiçbir zaman basit olmadı. Barınak olmasından öte bir yeri her zaman oldu yaşadığı yerin.
Bugünkü insanın, penceresi bile olmayan, yerin altında, kayaların derinliklerinde ilk insanın nasıl ömür geçirdiğini anlayamaması gayet doğal. Ama evrimimizle taşıdığımız genlerde bunun bilgisi var. Karanlık ve yalnızlıkla başa çıkmanın bilgisi.
Sadece onu kazıp çıkarmak gerekiyor belki de.
(MS/PT)