Marmara Park alışveriş merkezinin inşaat şantiyesinde çalışan 11 işçi yanarak öldü
Esenyurt'taki bir alışveriş merkezi (AVM) inşaatında 11 işçinin göz göre göre yanarak ölmesinin yol açtığı infial, sorunun teknik bir olgu olmadığına dair bir bakış açısının genişlemesine de büyük bir katkı yapmış görünüyor.
Fakat tartışmalarda meselenin ele alınış biçimleri ve çizilen çerçeve, nedenlerden çok sonuçlarla sınırlı. Bu durum "nasıl bir çözüm" sorusuna verilen cevapların da dar alana sıkışmasına neden oluyor.
Önerilen çözümler daha çok piyasanın daha iyi "işlemesi" ("iyi kapitalizmin" önündeki engellerin aşılması) devletin daha çok müdahale etmesi ve yaptırım içeren bir hukuki düzenlemeler yapılması noktalarında yoğunlaşıyor.
Bu satırları yazarken Gelik'te (Zonguldak) "özel bir kömür ocağında" genç bir maden işçisi arkadaşımız göçük altında bulunuyordu. Tek kişi medyanın ilgisini çekmedi kuşkusuz. Ama iş güvenliği sorununun sürekliliğine ve işçiler (ve de sendikalar) dahil olmadan çözüme kavuşturulamayacağına işaret ediyordu.
Taraf Gazetesi yazarı, Serdar Kaya, meseleyi "İşçileri kapitalizm mi öldürüyor" sorusu ekseninde ele alarak meselenin kapitalizmden kaynaklanmadığını vurguluyor.
Türkiye'de insan hayatına verilen değerin düşük olduğunu, her sosyo-ekonomik gruptan insanın kolaylıkla önlenebilir nedenlerden öldüğünü belirterek, sorunun "iyi kapitalizmle" çözüleceğini ima ediyor.
Birgün Gazetesi yazarı Aziz Çelik ise "iş cinayetlerinin asıl nedeni esnek, kuralsız, güvencesiz ve sigortasız çalıştırma" görüşünü çok sık tekrarlıyor, "Esneklik cinayettir" başlıklı yazısında. Ama bir türlü bu tekrarlardan "esnek rejimin" kapitalizmin tarihsel birikim ve rekabet yasalarının ürünü olduğu görüşüne "sıçrayamıyor".
Böylece Serdar Kaya gibi açık bir kapitalizm övgüsü yapmıyor kuşkusuz, ama "iyi kapitalizmin olabileceğini" ima ederek sendika bürokrasisine yine yeni bir dayanak sunmuş oluyor.
Faciayı, bütünsel bir çerçevede, tarihsel arka planı ile ortaya koyan nadir yazılardan birisi Özgür Müftüoğlu'na ait.
"Kapitalizmin emekçilerin kanını, canını almadan ayakta kalamayacak hale geldiğini" vurgulayan Özgür Müftüoğlu, "ölmeden çalışma koşullara sağlanmalı" başlıklı Evrensel Gazetesi'ndeki yazısında bu meselede sendikaların sorumluluğuna da dikkat çekiyor. "
Tartışmayı geçen hafta Radikal 2'de Ahmet İnsel'in "Hızlı büyüme kurbanları" başlıklı yazısında yazdığı gibi "hatalı ve çalışanların ihtiyaçlarını önemsemeyen iktisadi politikalar" üzerinden yürütenler ve yine Radikal 2'de, Murat Sevinç'in "İşçinin adı var mı" başlıklı makalesinde yazdığı gibi hukuk, toplumsal sorumluluk ve ahlak gibi ögeleri katarak analiz edenler de var.
Murat Sevinç ve Ahmet İnsel'in yazıları, nedenlerin eksik bırakıldığı her analiz gibi, sorunun çözümünü ve gerçek muhataplarını hatalı biçimde ortaya koymuş oluyor.
İnsel ve Sevinç'in yaklaşımlarının eleştirisi en başta sorunun gerçek mahiyetinin ortaya konulması için önemli. Ayrıca iş güvenliği meselesinin, kapitalizmin günümüzde aşırı hızlanan sömürü çarkı ve aşırı yoğun sermaye birikim süreci dikkate alınmadan ve sorunun asıl muhatabı olan işçi örgütleri dikkate alınmadan, iş güvenliği meselesine gerçekçi çözüm getirilemeyecek olması nedeniyle de gerekli.
'Eşitsiz ve bileşik gelişim'
Murat Sevinç'in "İşçinin adı var mı" başlıklı makalesinde "... İçinde yaşadığımız sistem, insanı ciddiye almadığı, önce kârı hesaba kattığı yani haysiyetsiz olduğu için ölüyorlar" gibi güzel tasvirlere yer verilmiş.
Ama yazının genelinde, bütünün yerine parçanın, genelden özele doğru bir yönelen bir yöntemin dikkate alındığı; eklektik, gözlemlerin kavramlaştırıldığı yaklaşım görüyoruz.
Yazarın temel hatası kapitalizmin her ülkede farklı olduğunu kabul etmesi. Biçimsel farklılıklar var ama öz bütün ülkelerde aynı. Sevinç, kapitalizmin bir dünya sistemi olduğunu az gelişmiş ülkelerdeki 19. yüzyıl üretim koşullarının, kapitalist sermaye birikiminin başka ülkelerde (Batı ülkeleri) aşırı gelişmiş olmasının "doğal bir sonucu" olduğunu ve bunun da nedeninin kapitalizmin bileşik ve eşitsiz gelişiminden başka bir şey olmadığını göremiyor. Milyonlarca işçiyi toprağından sökerek özellikle gelişmiş ülkelere "göçmen işçi" olarak yönelten de işte bu kapitalizmin "bileşik ve eşitsiz" gelişimi. Yani "ucuz işçi" bizatihi gelişmiş ülkelerde, üstelik milyonlarca var. (İLO'ya göre göçmen işçi ve ailelerinin sayısı 150 milyona yaklaşıyor)
'Kurtarıcı iyi ahlak'
Dolayısıyla asıl sorun, kapitalizmin evrensel yasalarının mesela rekabet hızının yavaşlatılmasıyla ilgili.
Kanunların, tüzüklerin gücü hiçbir zaman kapitalizmin rekabet yasasının hızından daha güçlü değil. Sevinç, bu evrensel çerçeveyi dikkate almadığı için subjektif değerlendirmeler yapıyor, şunları yazmış: "Günümüz Batı dünyasında bu manzaralarla karşılaşmak olanak dışı. Gelişmiş ülkeler ucuz işgücünü başka coğrafyalarda kolaylıkla bulabiliyor. ... Sömürünün şekli şemali ve mekânı değişti."
Sevinç, "Hukuku bizlerin tarihi ve mücadelesi yaratıyor... Biz sorumluyuz olan bitenden. Ezcümle kaçamayız" derken, sorunu ahlaki bir düzeye de taşıyor. Açıkça 'bizi iyi ahlak kurtaracak' demiyor ama daha sonra "Ahlakın, vicdanın olmadığı ya da yalnızca kâr güdüsüyle hareket edenlerin ahlâkının hakim olduğu bir toprakta yeşeren hukukun kimseye yararı yok" ifadesiyle normatif bir tutum izleyerek adeta, sorunu maddi temellerinden, o temeli oluşturan iktisadi yasalardan kopartmış oluyor.
'Hızlı büyüme kurbanları'
Ahmet İnsel ise 'Hızlı büyüme kurbanları' gibi çok problemli bir başlığa sahip makalesinde meseleyi yerli ve uluslararası istatistiklerle tasvir ediyor. İstatistiklere dayandırdığı analizinde iş kazalarının (ve tabii ölüm vakalarının) son 9 yılda yüzde 92 arttığını belirtiyor.
İnsel, "Türkiye istikrarlı ve hızlı büyürken, emek piyasasının düzensizleştirilmesi, sendikasızlaştırma, ya da işverene yandaş sendikalaştırma politikaları sayesinde ölümlü iş kazalarının istihdama oranı büyüdü" biçiminde sonuç çıkartıyor.
AKP iktidarı, emek sürecinde, sermaye lehine çok önemli atmıştır ve bunlardan hareketle iş kazası, meslek hastalığı, sakatlık (sürekli iş göremezlik) ve ölüm vakalarının artmış olduğu, yalnızca varsayımsal değil olgular düzeyinde de doğrudur. Ama bu somut nedenleri doğuran ana neden hızlı büyüme değil, bizatihi sermaye birikim süreci ve bu sürecin rekabete bağlı olarak aşırı yoğunlaşması.
İnsel'in konuyu, Keynesgil "büyüme kavramı" ile açıklamaya çalışması, teorik olarak hatalı. Çünkü bu yoğunlaşmaya rağmen her zaman ekonomi çok yavaş büyüyebilir. Yerinde sayabilir ve ekonomi küçülebilir de. Hatta ekonomi gerilerken, yüzlerce küçük emek-yoğun işletmede iş kazası ve ölüm vakaları artabilir veya tersi.
Sosyal istatistik sorunu
Diğer yandan İnsel'in bu görüşünü, dayandırdığı istatistiki hesap biçimi de hatalı. İnsel, iş kazalarındaki ölüm vakaları için, pek seçici davranıp 2003 yılı ve 2011 verilerini alıyor. Oysa "sosyal istatistikler"de birkaç yılı içeren dönemsel ortalamalarla "istatistik sonuçlar" çıkarmamak ve birkaç benzer sosyal istatistiği birlikte ele almamak çoğu kez vahim hatalar doğurur.
Şöyle diyor İnsel: "2003'te iş kazası sonucu ... ölüm sayısının 810 olduğunu, bu sayının 2011'de 1.563'e çıktığını... Yani iş kazalarında ölüm oranı dokuz yılda yüzde 92 artmış..."
Herhangi bir araştırmacı da SSK ve SGK'nın aynı verilerini kullanarak 1994 ve 2003 yıllarını dikkate alırsa ve ölüm vakalarının 1994'de 1.191 olduğundan hareketle AKP iktidarının ilk yılında ölüm vakalarının yüzde 32 azaldığını ifade edip ne kadar hatalı duruma düşer ise, İnsel'de o kadar hatalı.
En iyisi iş güvenliği gibi sosyal istatistiklerde 'gerçek'e yaklaşmak için birkaç istatistiği birlikte ve dönemsel olarak ele alıp ortalamaları ortaya koymak. Bu konuda ölüm vakaları yanında meslek hastalıkları, sakatlık ve özellikle iş kazaları ve ölüm vakaları ile ekonomik gelişme arasındaki bağı kuracak en iyi istatistik olan 'iş kazalarında kaybedilen gün sayısını dikkate almak gerekir.
Resmi SGK (2006'dan önce SSK) verilerine göre AKP'nin ilk yedi yılında iş kazalarının iş yerlerinde yol açtığı 'kaybedilen gün' (işçilerin geçici iş göremez gün sayısı toplamı) sayısı yılda ortalama 1.920.000 iken AKP öncesi yedi yıllık dönemde bu sayı yılda ortalama 1.830.000'e gerilemiş. Böylece AKP döneminde iş kazalarının fiziki yoğunluğu yüzde beş artmış.
Meselenin asli muhatapları
Sevinç ve İnsel'in analizlerinin çok önemli bir başka eksiği, sorunun asli muhataplarını dikkate almamaları. Bu durum, işçileri sürecin edilgen, teknik bir unsuru gibi görülmesine neden oluyor. İş güvenliği meselesinde işçileri ve sendikaları dahil etmeden 'denetimi' üzerinde duran Mühendis Odaları'nın ve diğer denetim vurgusu yapanların düştükleri temel hata da bu.
Meselenin birinci dereceden muhatabı hiç kuşkusuz sendikalar. Sendikaların üyelerinin somut kayıpları olmadığı sürece ilgisiz kalmaları, iş güvenliği meselesine "toplumsal bir cevap" verilmesinin önündeki en büyük engel.
Sendikalar aktif bir katılım göstermeden iş güvenliği meselesinin gerçek bir denetim imkanına kavuşması mümkün değil.
Bu konu ayrı bir yazıda kapsamlı biçimde işlenmeyi hak ediyor. Şu kadarını söyleyelim ki sendikaların gerek şube veya temsilcilik biçiminde Türkiye'nin en önemli üretim havzalarında teşkilatlarının olması, gerekse yüksek meblağlara ulaşan işçi aidatı birikimi, soruna dolaysız olarak müdahale etmeleri ve gerçek bir "toplumsal denetim" alanı yaratılması için büyük bir imkân. Ama sendikaların bu konuda etkin olmasının önündeki en büyük engel, konformist sendika bürokrasisinin sendikaları yönetmesi.
Fakat paradoksal biçimde, sendika bürokrasisinin iş güvenliği meselesinin çözümündeki engelleyici tutumu iş güvenliğinin toplumsal bir sorun hale geldikçe, aşılabilir ve sendikalarda "işçi denetimi"nin önünü açacak imkânlar da yaratabilir.(EB/HK)
* Erhan Bilgin, İktisatçı ve sosyal politika uzmanı