Memleketin sorunları yetmiyormuş gibi bir de pandemi günlerinin getirdiği belirsizliğin, kaygının, evde kalma sıkıntılarının yaşandığı stresli ortamı bir derece de olsa hafifletmek için Boccacio’nun 1340’lı yılların Avrupa’sındaki veba salgını döneminde yazdığı “Decamaron” hikâyelerinden esinlenerek Erzurumlu Edip Hoca anlatısını yazmışım.
Yalnız benim anlatacağım hikâye bana değil, Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait, ben nakilciyim.
Üç yıllık eski bir yazı. Tıpkı 2500 yıllık felsefe tarihinin devam eden temel soruları gibi, insana dair sorular, yaşanmışlıklar, kimi hikayeler eski olabilir ama, eskimezler.
Ahmet Hamdi’nin Beş Şehri’nden
Cumhuriyet dönemi edebiyatında kendine has bir yeri olan Ahmet Hamdi Tanpınar muhtelif tarihlerde bulunduğu Ankara, Erzurum, Bursa, Konya ve İstanbul şehirlerine dair gözlemlerini anlattığı deneme türündeki “Beş Şehir” kitabı, toplumsal serüvenimiz hakkında değerli kesitler verir.
1910’lu yıllarda Balkanlar kaynamaktadır. Arnavutluk çoğunlukla Müslüman olup öteden beri Osmanlı’ya yakın duran bir bölgedir. Ancak Arnavutlar da rahatsızdır. Bunun için Arnavutluk’a Heyet-i Nasıha gönderilir. Yani nasihat heyeti. İşte bu heyetin içerisinde İttihat Terakki’nin bir azası ve hoca vasfı nedeniyle Erzurumlu Edip Hoca da vardır.
Edip Hoca misafir kaldığı Arnavut beyinin evinde iken, bir gün eve beyin dağ kabilelerinden birinin reisi ve beyin de uzaktan akrabası olan kişi, bütün maiyetiyle konağa gelir. Her biri silahlı külahlı, deli fişek dağlılardır. Oradaki âdete göre misafirlerin bir arada, beraber ağırlanması şartmış.
“Gece yataklar serilir. Yeni misafir, Edip Hoca ile kendi arasına evvela silahlarını, dolu tabancalarını, sonra da en iyi cinsinden bir Serfice tütünü paketi koyar. Yatağa girdikten sonra ‘Hoca sar bir cıgara seninle konuşacağım.’ der…Hoca cıgarayı sarar ve bekler. Adamcağızın meselesi gayet basitmiş. Kardeşinin kızına âşık olmuş. Onunla evlenmeye karar vermiş. Fakat işe pek aklı ermediği, daha doğrusu sağdan soldan bu işin haram olduğunu söyleyenler bulunduğu için bu hususta İstanbul’dan geldiğini bildiği hocanın fikrini almak istiyormuş. Hatta seyahatinin sebebi de biraz bu imiş.
“Hoca bitabbi ‘Aman nasıl olur? Kardeşinin kızı senin kızın demektir. Haramdır.’ Cevabını verir. Fakat âşık Arnavut beyi kararını değiştirmek niyetinde değil. Zaten fikir sormuyor, sade bu işe hocanın razı olmasını, yani bir nevi fetva istiyor. Münakaşa büyür. Âşık Arnavut, hocayı inadından dolayı küfürle itham ederek tabancaya sarılır. Edip Hoca bir karşısındaki adama, daha doğrusu tabancasına bir de kapıya bakar. Kapı ile arasındaki mesafe uzun. Kaldı ki kapı arkasındaki sofada adamın maiyeti yatıyor. İster istemez ‘Hele bey, dur, acele etme’ der. ‘Anlat bana. O kızın babası olan kardeşin senden büyük mü, küçük mü?’ Arnavutcağız ‘Benim büyüğümdür’ cevabını verince Edip Hoca ‘Mesele değişti. Niye baştan söylemedin bunu. Küçüğün olsaydı tabi haramdı. Evlenemezdin. Çünkü senin oğlunun kızıyla evlenmen gibi bir şey olurdu. Ama büyük olunca…O zaman helaldir. İstediğini yaparsın!’ cevabını verir.
“İşlerin aldığı bu son şekil misafiri memnun eder. ‘Yaşa bre hoca! Zaten bana söylemişlerdi, büyük âlim olduğunu. Yak bir cıgara’” der.
Kıssadan hisse
Bu anlatının kıssadan hissesi nedir?
Herkes kendi meşrebince farklı sonuçlar çıkarılabilir. Ne sonuç çıkarılırsa çıkarılsın, bu anlatı bize tarihte zor’un rolüne ilişkin bir önemli bir örnek sunuyor.
İnsan, eylemlerine dayanak arar, gerekçe üretir. Kişi eylemi rasyonel değilse, haksız ve hukuksuzsa, o eylemi kendi çıkarları doğrultusunda rasyonelleştirme eğilimi içerisine girer. Eylemini bir rasyonellik, hukuk veya meşruiyet üzerine inşa edemeyen kişi, çoğu defa bunu zor yoluyla kabul ettirmeye başvurabilir.
Didaktik bir anlatım olacak ama, bu basit ilişki biçimini devlet, din ve toplum ilişkisine ve onun yürütücü gücü iktidarlara da tahvil edebiliriz.
Örneğin Osmanlı’da şeyhülislamlık makamı vardı. Padişah savaş, kimi kanunnameler vb. konularda Şeyhülislam’dan fetva isterdi. Şeyhülislamların dünyevi iktidarın kararlarını onaylamadığı durum yoktur. O ve onun gibi kurumlar bir fikir kurumu olmaktan çok, kendinden talep edilene dini bir gerekçe yaratan onay kurumlarıydılar. Benzer durum bir dönem kilisenin iktidarı paylaştığı Avrupa’da da geçerlidir.
Baskıcı iktidarlar da yaptıklarına dayanak ararlar. İktidarın halkın aleyhine, bir avuç egemenin lehine almış olduğu kararlarına olsun, adaletsizliklerine olsun; bütün bu uygulamalarına dayanak gösterilen olgunun/şeyin karşıdaki (birey, kurum veya toplum) tarafından kabul görmesinin sağlanmasıdır.
Böyle bir durumda iktidar toplumu ya propaganda yoluyla, popülist veya iktisadi hegemonya politikalarıyla ikna eder ya da çeşitli zor araçlarını kullanarak toplumda metazori bir kabullenmeyi sağlama yoluna gider. Her iki yöntem de iktidar gücünün toplumu zapturapt altına alması demektir; ilkinde gerçekleri örten veya çarpıtan bir simülasyon yoluyla toplum yönlendirilir, diğerin de ise dolaylı ya da dolaysız şiddet yoluyla toplum baskılanır.
Böylece iktidar erkinin keyfi uygulamaları bireyi devletin karşısında savunmasız ve güvencesiz kılarak tutsak alır. Devlet toplumun hizmetine değil, toplum devletin hizmetine koşulmuştur.
Buradan toplumun bütününün edilgin bir konumda olduğu sonucuna varamayız.
Demokratik bir sistemin olmadığı toplumlarda genel olarak devlet/iktidar Edip Hoca’dan formalite de olsa icazet isteyen silahlı Arnavut’a, toplum/birey de Edip Hoca’ya benzer. Fakat toplumlar her daim Edip Hoca pozisyonunda olmazlar. Eğer böyle olsaydı, toplumsal tarih olmazdı. İktidar mücadelelerinden, yöneten yönetilen çelişkilerinden, sınıf ve çıkar çatışmalarından mürekkep olan tarihin dinamiğini hiçbir ‘Arnavut beyi’ durduramamıştır.
İşte bu politik umuttur en zalim hayatları bile katlanılır kılan. (HŞ/AS)