Her şey ilkokulla başladı. Bize ezberletilmeye çalışılan ant “Türküm” diye başlıyordu. Ezberlemesi zordu; Türk olmak ise değildi. Sanırım aradan geçen çeyrek yüzyıla rağmen “Andımız” her sabah öğrencilere okutuluyor. Kızıma sordum, okutulduğunu söyledi.
Sonra ortaokul ve lise yılları başladı. Bildiğim tek şey birisi için Zazaca olarak “Marao” (bizdendir) dediğimizde “bizden” oluyordu; “mara niyo” dediğimizde ise o kişi artık bir “yabancı” idi. “Marao” dediğimiz elbette Alevi-Kızılbaş idi. Onun Türkçe, Zazaca, Kürtçe veya Arapça konuşması önemli değildi. O “biz”dendi; bizim kimlik tanımımız etnik kökene veya dile değil; binlerce yıllık mezhepsel bölünmeye dayalıydı.
1988 yılında Dersim’den ayrılıp Ankara’ya Hukuk Fakültesi’ne okumak için geldim. Babam “birisi sana sorarsa Atatürkçüyüm dersin” dedi ve beni okula uğurladı. Solu, sosyalizmi, Kürtleri, Türkleri, İslamcıları ve diğerlerini üniversitede tanıdım. Anladım ki Dersim'in etnik bir tanımı yoktu; Alevi-Kızılbaş eksenli özgün bir halktık. İçimizde Türkmen, Kürt, Zaza, Ermeni vardı. Bu sonuncular da çoğunlukla Zazaca ve Kürtçe konuşuyorlardı ve “biz”den farkları yoktu. Bizi “biz” yapan şey Alevi-Kızılbaş inancı ve üst başlığı idi.
Dersimlilerin kimlik tanımı etnik kökenli değildi. “72 millete bir bakan bir büyük kültürün evlatları" olan Dersimlilerin 45 ve üstü yaş kuşağının büyük çoğunluğu “Horasan'dan geldik” der. Bu kuşağın irice bir kısmı gururla “öz Türk biziz” der. Son yıllardaki Kürt politik hareketlenmesinin etkisiyle çoğu genç olmak üzere artık önemli bir kesim “Kürdüz” diyor. Avrupa’daki çoğu aydın küçük bir kesim “Zazayız” der. Bugüne kadar açıkça “Ermeniyim” diyene rastlamadım. Ama hemen her Dersimlinin Ermenilere hayranlık ve saygı karışımı hisler beslediğini söyleyebilirim.
Eğer Dersimlilere Zazaca sorarsanız yukarıdaki tablo tamamen değişmeye başlar. Hemen herkes size şu yanıtı verir: “Ma Kırmancime.” Türkçe söylersek: “Biz Alevi-Kızılbaşız.” Horasan’dan geldiğine inananlar da; Türküz veya Kürdüz diyenler de; Zazayız diyenler de, Ermeni kökenli olup ta bunu hiçbir zaman söyleyemeyenler de anadilleriyle verdikleri cevapta ortak bir noktada buluşurlar: Alevi-Kızılbaşlık. Onlar Zazaca olarak “Türküz”, “Kürdüz”, “Zazayız” diyemezler; artık hepsi Alevi-Kızılbaştır. Zazaca içinde bu sözcükler dahi –bilinen anlamlarıyla- yoktur. Hatta var olduğu kadarıyla da Dersim’e yabancı anlamlar taşırlar. “Tırk” Sünni demektir. “Khur” Sünni-Kürt demektir. “Zaza” ise hep –ve nedense- Palu bölgesi ile ilişkilendirilir. “Hermeni” ise bildiğimiz Ermeni’dir ve onlardan genellikle “sanatçı millet” olarak saygıyla söz edilir.
1998’de Tunceli’de avukatlığa başladım. Bir gün resmi bir kurumda çalışan bir kişi büroma geldi ve “yasal olarak tüm şartları taşıdığı halde Ermeni olduğu için kendisinin koruma görevlisi olarak kabul edilmediğini, mahkemeye açtığı davanın da aynı gerekçeyle reddedildiğini” söyledi ve bir şeyler yapılıp-yapılmayacağını sordu. Kendisine inanmam imkansızdı; Türkiye’de “kağıt üstünde” herkes eşit idi. Anayasanın 10. maddesinin Ermeni yurttaşlar için geçersiz olması mümkün değildi. Mahkemenin kararını okuduğumda bu Ermeni yurttaşın doğru söylediğini dehşetle fark ettim. Koskoca bir TC. mahkemesi bu yurttaşın “silahlı koruma olma” talebini “Ermeni diye” reddetmişti! İşin inanılmaz tarafı bu karar Danıştay tarafından da onaylanmıştı. (Karar arşivimde)
O zaman bir kere daha gözlerimle gördüm ki, Türkiye’de baskıya, asimilasyona ve ayrımcılığa “biz”den daha şiddetli uğrayan Ermeniler vardı. Bunlara yapılan ayrımcılık bizimkinden daha şiddetli, daha çıplak, daha örtüsüz ve pervasız idi. Ermeni kökenlilere karşı güvensizlik yargı cephesinde dahi çıplak bir realite idi.
Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Yusuf Halaçoğlu geçen günlerde “Ermeniler 1937’de Alevilerin içerisinde kendilerini gizlediler, din değiştirme yoluna gittiler. Bugün devletin elinde Ermeni ismi, Türk ismi ve hangi mahallede oturduğu ile ilgili liste var” şeklinde sözler sarf etti. Halaçoğlu, “Mesela Tunceli Ovacık ilçesinin nüfusu Ermeni dönmelerinden oluşmaktadır” diyerek bir bölgeyi hedef göstermekten de kaçınmamıştır.
Şimdi ben soruyorum: Acaba 1938’de Dersimlilere reva görülen “kasti yok etme politikası” onları “Ermeni dönmesi” olarak gören bu bakış açısının sonucu mudur? Cumhuriyet döneminde hiçbir iç harekatta uygulanmayan sistemli yok etme politikasının kaynağı, Halaçoğlu’nun bugün ortaya koyduğu mantık mıdır? 1915 tartışmaları, en azından “dışarıda” yükselmişken Halaçoğlu’nun açıklamaları ne anlama gelmektedir?(HA/EÜ)