Ne fragmanda yer alan tutkulu öpüşme sahnesinin Türkiye’de gösterilen kopyasında karartılması… Ne de Osmanlı subayını temsil eden oyuncunun film içerisindeki diğer Osmanlı karakterleri ile baş başayken bile Türkçe konuşmaması… Osmanlı Subayı’nı Söz’ün önüne çıkartan yanı Türkiye’de vizyona girmiş olması. Zaten bu film Ankara’nın tezlerini destekleyen bir ABD-Türkiye yapımı. Ve Söz filminin fragmanında bile yer alan her şeye yanıt verme çabasında.
İki filmde de bir aşk üçgeni bulunuyor. Söz’de bir Ermeni kadının, Paris’te tıp eğitimi almış Ana Khesarian’ın iki erkeğin aşkı arasında kalmasını izliyor seyirci. Osmanlı Subayı da benzeri bir süreci yaşayan bir kadına, ABD’li idealist hemşire Lillie’ye odaklandığını gösterme iddiasında. Hatta film en başında onun “yolculuk hikayesi”ni aktarıyor gibi lanse ediliyor. Ancak adından da belli olduğu üzere kısa süre sonra “mesele” bir erkeğin yaşadıklarına dönüyor. Lillie’nin sevgili olarak seçtiği Osmanlı Subayı Yüzbaşı İsmail Veli’ye.
“Bizans Prensesi” gibi “Türk yiğide” aşık olan ABD’li Hemşire
“Yabancı Batılı kadın” tarafından “karşı konulmaz Türk erkeği” metaforu ünlü “fetih filmleri”nde Bizans prenseslerinin aşık olduğu “yiğitler”i hatırlatıveriyor ister istemez. Ya da Türk edebiyatının önemli kalemlerinden Attila İlhan’ın 1974’te yazdığı “Sırtlan Payı”nda cinselliği “fetih”, kadını “fethedilecek bir yer” gibi tasvir eden cümlesi düşüveriyor akla: “Osmanlı yatağanı gibi, yalın ve sert, kadının içine girdi, garip şey, altında o an boylu boyunca yatanın, Yunanistan olduğunu sandı.”
Tüm bunların üstüne Lillie’nin İslam kültürüne ilk tanıştığı andan itibaren duyduğu hayranlık da eklenince “Ne zaman kelime-i şehadet getirecek?” diye bekliyor izleyici. Olmuyor ama bunun yerine Lillie sık sık “aynı Tanrı’yı paylaşma” temasına vurgu yapıyor.
Ermenistan değil Doğu Anadolu, Ararat değil Ağrı Dağı vurgusu
Aynı Tanrı’nın yanı sıra aynı bölgeyi paylaşmaya gelince… İlerleyen sahnelerde ne kadar Osmanlı karşıtı bir “dış mihrak” olduğu anlaşılacak ABD’li doktor, filmin başında bu özelliğini seyirciden saklamaya çalışıyor olsa gerek Van için “Doğu Anadolu” deyiveriyor mesela. Dönemi içinde ABD’liler de, geri kalan Batı dünyası da bölgeden “Ermenistan” diye söz ediyor olmasına rağmen. Zaten bu bile filmin üzerindeki Osmanlı, pardon Türkiye etkisini gösteriyor.
Ardından da film coğrafi olarak bölgenin Müslümanlar için de ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışıyor. Tabii Ermeni kimliğinin ayrılmaz parçası Ararat üzerinden. Osmanlı subayı bu dağa “Ağrı Dağı” denildiğini söylüyor Lillie’ye ve bu dağın İslam kültüründeki yerine atıf yapıyor. Bizim de bilmediğimiz bir şekilde! Çünkü Nuh Tufanı’nı da ekleyiveriyor. Halbuki İslam Ansiklopedisi de dahil olmak üzere pek çok İslami kaynak Nuh’un gemisinin Tevrat’ta yer alan haliyle Ağrı değil Cudi Dağı’na oturduğuna ağırlık vermekte. Ama olsun…
Kilise ziyareti olmayan bir Akhtamar gezisi
Bununla da yetinmiyor film. İlerleyen sahnelerde Osmanlı Subayı Akhtamar Adası’nı ABD’li hemşireye gezdirirken üstüne basa basa, Türkçe telaffuzunu zorlaya zorlaya “Akdamar” diye anlatıyor.
Ve İstanbul’da camileri gezerken imana gelip “Tanrı’nın iradesi”ni hisseden Lillie nedense ünlü Ermeni katedrallerinin içine girmeyiveriyor mesela. Apsisten kubbeye yükselen muhteşem bezemelere bakmıyor bile… Sadece adanın coğrafi manzarasından etkileniveriyor. Sanki Akhtamar’ı Akhtamar yapan sadece doğal güzelliğiymişçesine…
Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay da filmin bu eksiğine sitem edenlerden. Her ne kadar Akhtamar’ın soykırım sürecinde uğradığı hasarı gözardı etse de… “Bir de sözü edildiği ve kayıkla burnunun dibine kadar gelindiği halde, Van gölündeki Akdamar adasının ünlü kilisesi niye gösterilmiyor, anlamadım. Oysa o kilisenin eşsiz freskleriyle gösterilmesi, özellikle batılı seyirci açısından önemliydi: "Biz o hazineleri o karışık günlerde bile koruduk. Ve bugünlere geldiler diyebilmek" için…”
Söz’e göre “sözde tehcir”, Osmanlı subayı’na göre “savaş”
İki filmin en sıkı rekabeti yapım nedenleri olan Ermeni Soykırımı’na bakışlarında…
Türkiyeli seyircinin sadece fragmanını izleyebildiği Söz, inkar politikasını sarsmaya çalışıyor diyalogları arasına. Osmanlı yetkilisinin “Burada savaş yok ki. Sadece sivil halkı daha güvenli bir yere tehcir ediyoruz” sözlerine “Neden sözde tehciri kılıf olarak kullanıyorsunuz?” çıkışı ile. Böylece soykırım tartışmalarında Türkiye’nin vazgeçilmez nitelemesi “sözde” ifadesi kendisini bir anda “tehcir”in yanında buluveriyor. Osmanlı Subayı ise “savaş” vurgusunu ön plana çıkartıyor.
Fragmanından film boyunca geçen diyalogların büyük bölümüne savaşın nasıl da tüm dünyayı sardığına, Avrupa ile birlikte Osmanlı coğrafyasında çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği vurgusuna bağlanıyor. Bu bakış açısı ile mesela Atilla Dorsay “Ermeni olayına oldukça yansız ve dürüst bir bakış getiriliyor. Bizim ulusal görüşlerimize hayli yakın, ama hiçbir kesimi yaralamayan ve itiraza pek fırsat tanımayan...” diye yorumluyor bu filmi.
Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler”deki şu saptamasını yok sayarcasına: “Azınlıkları olumsuz tarafından gösteriyor izlenimi vermemek için polisiye dizinlerin onda dokuzunda tecavüzcü sarışın mavi gözlüdür; suçlu siyah, onu kovalayan dedektif beyaz olursa, polis şefinin siyah olmasına dikkat edilir.”
Bu filmde “savaş” ortamında bir tane bile iyi Ermeni erkek portresi çıkartmıyor film karşımıza. “İyi Ermeniler” sadece kadın ve çocuklardan ibaret. Belki yaşlı erkekler de buna dahil edilebilir siluet gibi görünseler de… Genç Ermeni erkeklerin hepsinin elinde silah var. Osmanlı yetkililerine ateş ediyor. Hatta bununla da yetinmiyor, sırf yardım için okyanusu aşıp gelen masum ABD’li hemşirenin aracını çalıveriyor, ilaçlarına el koyuyor. Öylesine kötüler! Ve bu “kötü adamların” Ermeni cemaati tarafından kahraman olarak görüldüğünü de vurguluyor film.
Onyıllardır değişmeyen tema: Ermenileri tifüs öldürdü
Bölgede sadece savaş da yok elbet. Türk tarih tezinin uzun yıllar sırtını dayadığı “kitlesel ölümlerin nedeni” olarak gösterilen salgın hastalıkları da hatırlatıyor film. Tifüs salgını adeta Ruslarla birlikte bölgeyi tehdit eden en büyük düşman olup çıkıyor. Nedense filmde pek Osmanlı askerini yakalamıyor bu hastalık ama neyse…
Sona doğru gelindiğinde sembolik cümleler birbiri ile rekabet içinde. Söz’de Ana’nın “İntikamımız hayatta kalacak” cümlesine karşı Osmanlı Subayı’nda Lillie sevgilisine “Hatırlıyorum ve asla unutmayacağım” diyor.
“Hatırlamak” deyince ister istemez akla soykırımın 100. yılının akıllara kazınan sloganı “I remember and demand” yani “Hatırlıyorum ve talep ediyorum” geliyor ancak Lillie’nin kastettiği Titanic’i andıran trajik bir sona sahip olacak gönül ilişkisi… Bir de Lillie “Bir gün barış gelecek” diyor fakat gelecek olan daha sonra Osmanlı orduları olacak. Bölgedeki Ermeniler de ya ölecek ya da dünyanın dört bir yanına dağılacak. Açılan yaralar da bugüne kadar açık kalacak… Farklı bir barış temennisi tabii…
Söz Türkiye’de vizyona girmediği için bilinmez ama Osmanlı Subayı’nın bu konunun geçtiği bu topraklarda büyük başarıya sahip olmadığı gerçek. Her ne kadar ilk haftasonu izleyici sayısı 25 bin 413 kişi ile rakiplerinin altında kalmıyor gibi görünse de geçmişteki benzerlerinin altında kaldığı bir gerçek. Ve bunu Haluk Bilginer’in buram buram milliyetçilik kokan “Tıpkı Roma ve Antik Yunan uygarlıkları gibi bir gün hepiniz yok olup gideceksiniz ama biz yine burada olacağız” tiradı da engelleyemiyor.
Mesela 2015 yılında, daha öncesinde Ahmet Davutoğlu’nun “1915 bizim için Çanakkale’dir” sözünü hatırlatırcasına, Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümü anmasına denk getirilivererek vizyona giren ve ilk hafta sonunda (üç gün) 281 bin 461 seyirciye ulaşan Russel Crowe’un The Water Diviner / Son Umut da beklentileri karşılayamamıştı… Öte yandan Osmanlı Subayı’nın yönetmeni Joseph Ruben’in de en iyi filmi, hatta pek iyi bir filmi de olmadığı pek çok eleştirmen tarafından şimdiden ifade edilmiş durumda…
Farklı düşünenler de yok değil. Atilla Dorsay “uluslararası düzeyde de yankı yapabilecek bir film” diyor. Her ne kadar Türkiye’de bu etkiyi yaratamamış olsa da. Bu durumda ister istemez kendisinin Söz öncesinde, Fatih Akın’ın Kesik filminin hemen sonrasında yazdığı eski bir yazısı akla geliyor.
Atilla Dorsay, “Peki, kimilerinin ‘Holocaust’a yol gösterdi’ diye nitelediği ‘Ermeni soykırımı’ niçin önemli ve inandırıcı bir filme yol açmadı? İnsanın aklına kaçınılmaz olarak şu geliyor: acaba gerçekten bir soykırım olmadığı için mi?" diye soruyordu.
Osmanlı Subayı’nın da Türkiye medyasında tanımlanan haliyle “Ermeni tezlerine karşı” olan geçmişteki dizi ve film örnekleri gibi “önemli ve inandırıcı” bir yapım olamadığı ortadayken Dorsay’ın izinde “İnsanın aklına kaçınılmaz olarak şu geliyor: Acaba gerçekten inkar politikası gerçekleri yansıtmadığı için mi?” (SK/ÇT)