*Yazıyı okurken, hemşince bu şarkıyı dinlemenizi öneriyoruz.
Yönetmen Özcan Alper’in son filmi “Erken Kış” nihayet gösterime girdi. Filmin konusuna ve diğer detaylarına değinmeden önce hemen en başta söyleyeyim: Film, aile düzenine, iş ilişkilerine ve kamu kurumlarının varlığına çoklu krizleriyle debelenen kapitalist düzene yönelen güçlü bir eleştiri sunuyor. Seyirciyi suç ortağı ilan etmiyor fakat kapıyı aralıyor ne olduğunu anlamak için içeri adım atmak da kafasını uzatıp bakmak da izleyenin kararı.
Alper, elbette, bu kapitalist eleştiriyi yine kendisine has bir dille yapıyor. Söylediğim gibi kapıyı aralıyor. İçeriye kafanızı uzatıp bakmak da mümkün, eşiği geçip o karanlık koridorda yürümek de.
Filmin konusuna gelecek olursam…
Erken Kış, Ferhat ile taşıyıcı anne Lia’nın, yaptıkları yasadışı anlaşma gereği Lia’yı Türkiye sınırından Gürcistan’a geri götürdükleri üç günlük yolculuğu anlatıyor.
İstanbul’dan Gürcistan sınırına uzanan bu yol, sadece coğrafi bir hat değil sınıfsal, duygusal ve etik bir gerilim hattı aynı zamanda. Lia, geride bıraktığı bebeği Ada’nın acısıyla baş etmeye çalışırken Ferhat, eşi Handan’la giderek gerilen ilişkisi ve iş hayatının baskısı arasında sıkışıp kalıyor.
Biyolojik bağlar, sınıf farkları ve insan ruhunun karanlık köşeleri yol boyunca sessizce açılıyor. Ferhat’ın ağlama halleri, cesaretsizliği ve Lia ile olan ilişkisi, elbette erkekliğin kırılma noktalarına da işaret ediyor.
Alper’in Kodları
Bana göre Erken Kış, Özcan Alper sinemasının tanıdık kodlarını güçlü biçimde taşıyor.
Sonbahar’da Hemşinceyi ilk kez duyduğumuzda, Gelecek Uzun Sürer’de sessizliğin Kürtçe ve Hemşinceyle birlikte bir dil hâline geldiğine tanık olduğumuzda, Alper sinemasının en güçlü araçlarından birinin “konuşmamak” ya da çok dilli konuşmak olduğunu hissetmiştik. Erken Kış’ta da bu sessizlik hâli duyuluyor. Karakterler çok şey söylüyor ama az konuşuyor, söylenmeyenler, söylenenlerden daha ağır duruyor.
Filmin daha başında Gürcüce olduğunu tahmin ettiğim cümleler, sonrasında ise Lazca cümleler duyuyoruz. (Muhtemelen Hopa’da yalnızca Hemşinlilerin değil, Lazların da yaşadığını göstermek için Lazca’yı tercih ediyor yönetmen, bilemiyorum) Ne var ki bu sahnelerde altyazı yok. Politik bir duruş olarak, “memleketin farklı dillerini de öğrenin” çağrısıyla yapılmışsa elbette anlamlı bir tercih ancak o an sinema salonunda bu dilleri öğrenme şansımız yok. Hâliyle izleyici açısından bazı diyaloglar tamamen anlaşılmaz kalıyor.
Doğa başrolde
Özcan Alper’in yollarla kurduğu ilişki ise başlı başına bir mesele. Gelecek Uzun Sürer’de kentler, mevsimler ve ilişkiler yavaş yavaş yer değiştirirken, yol da bu değişimin sessiz tanığıydı. Erken Kış’ta da benzer bir durum var. Yol, insanın kendi aklıyla, vicdanıyla ve kalbiyle yüzleştiği bir düşünme hâli olarak karşımıza çıkıyor. Bazen kaçış, bazen zorunlu bir durma.
Sonbahar’ı hatırlayanlar için yaylaya çıkışlar ya da Hopa’ya inişler yalnızca fiziksel bir hareket değildi bir ruh hâlinin, bir iç hesaplaşmanın karşılığıydı. Erken Kış’ta da sınır yalnızca bir ülke sınırı değil. Her karakterin içinde taşıdığı sınırlar var ve yol boyunca bu sınırlar zorlanıyor.
Film aynı zamanda bir soruna işaret ediyor. Hikâye boyunca bazı belirsizlikler var. Kimi yerlerde bu belirsizlik bilinçli bir tercih gibi duruyor, kimi yerlerde ise gerçekten yanıtsız bırakılmış hissi yaratıyor. Alper bu boşlukları izleyiciye teslim ediyor doldurmak isteyen dolduruyor, kabul etmek isteyen olduğu gibi bırakıyor.
Yine Alper’in sinemasında tadına vardığımız bölge coğrafyası ve doğa, kendisini tüm hikâyenin fonu ve aslında başkarakteri olarak cömertçe sunuyor. İyi ki.

Film, Türkiye’de çok yaygın olmayan ama giderek görünür hâle gelen taşıyıcı annelik meselesinin bir kısmına temas ediyor. Türkiye’de taşıyıcı annelik yasal değil. Hukuka göre doğum yapan kadın, doğan çocuğun yasal annesi olarak kabul edilir ve bu durumun değişmesine yasalar izin vermez. Bu yüzden Türkiye’de bu yöntem hem resmî olarak uygulanmıyor hem de hukuki bir dayanağa sahip değil.
Basına yansıyan haberlere göre, Türkiye’de yasak olmasına rağmen sosyal medya ve internet platformlarında kadınlar taşıyıcı anne olmak için ilanlar veriyor ya da çiftler taşıyıcı anne arıyor. Bu ilanlarda ücret talep ediliyor, bedellerin 150 bin TL ile 300 bin TL arasında değiştiği ifade ediliyor.
Filmde bu çarpıklığa dair doğrudan cümleler duymuyoruz, zaten bu, filmin derdi de değil. Ama yine de merak ediyorsunuz: Bu durum kadınların hayatını, kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkileri nasıl etkiliyor? Yasal olarak ne tür sorunlar yaşanıyor? Özellikle taşıyıcı annelerin hâlleri, ahvalleri ne durumda?
Bir kadının bedenini üremek, soyunu devam ettirmek için kullanırken, o kadının duygularını ne kadar yok sayabiliriz? Kadın taşıyıcı annelik kararını veriyorsa da bu hakikaten kendi kararı mıdır yoksa kapitalist düzenin mecbur bıraktığı bir karar mı? Handan ve Ferhat’ın neredeyse şirkete dönmüş ilişkisi de yine kapitalist düzenin sonucu değil mi? Bilmiyorum.
Bu noktada filmin hemen başındaki bir diyalog, anlamak isteyenler için durumu özetliyor. Şu minvalde:
Ferhat: Sen biliyordun, o çocuğun babası benim annesi de Handan.
Lia: Ama ben damızlık değilim.
Erken Kış’ın asıl meselesi tam olarak bu sanırım: Her şeyin açıklanmadığı, her yaranın adının konulmadığı bir dünyada, insanın kendi payına düşenle ne yaptığı.
Film, genel olarak kapitalist düzene yönelik bir eleştiri olarak kendini hissettirse de izleyeni aynı zamanda kendi bireysel yolculuğuna çıkarıyor…
(EMK)







