Son haftalarda AKP’nin kadın karşıtı politikalarını ele alan feminist yazarlara çeşitli nedenlerle verilen tepkileri okuyorum. “AKP’ye oy veren kadınları nasıl açıklayacaksınız?” diye soruyor kimileri. Bir tarafta AKP’nin kadın karşıtı politikalarından son derece rahatsız olan, protestolara katılan kadınlar, diğer taraftan AKP’yi koşulsuz bir şekilde destekleyen, Erdoğan’ı görünce sevinç çığlıkları atan kadınlar.
Al-Monitor’den Pınar Tremblay’ın haberine göre kadınların yüzde 55’i AKP’ye oy vermiş 10 Ağustos seçimlerinde. Türkiye’de kadınlar ikiye bölünmüş durumda tam anlamıyla. Bu tablo nasıl açıklanır?
Sorunun cevabı kısmen ataerkil toplum teorisinin elden geçirilmiş versiyonlarında yatıyor. Aslında bu yeni bir cevap da değil. Erkek egemen toplum kavramı farklı şekillerde sorgulandı yurt içinde ve dışındaki akademik çevrelerde. Ayrıca kadınlar çıkarlarını tek bir şekilde tanımlayan homojen bir bütün değil. Dolayısıyla yukarıdaki sorunun kadınları homojen bir bütün olarak gören varsayımında da bir problem var.
Robert W. Connell 1987’de yazdığı erkeklik araştırmalarının önünü açan kitabında erkek egemen toplum kavramına yeni bir yaklaşım getirdi ve erkek egemen toplumu sadece erkeklerin kadınları ezdiği değil, bazı erkeklerin bazı kadın ve erkekleri, bazı kadınların da diğer bazı kadın ve erkekleri ezdiği bir sistem olarak tanımladı. Örneğin Suudi Arabistan’da bir kadını kocası ezebilir, kadının evin içinde ve dışındaki hayatı son derece sınırlı olabilir. O ilişki içinde kadın ezilen. Ama aynı kadın evinde çalışan Endonezyalı kadın işçiden çok daha güçlü, o da onu ezen konumunda. Aynı anda hem ezen hem ezilen olabiliriz yani.
Amerika’da 1840’larda başlayan ilk dalga liberal feminist hareketin içindeki beyaz kadınların önemli bir kısmı köleliğin kalkmasına ve siyah erkeklerin oy kullanmasına karşıydı. Beyaz erkeklerin kendilerini ezmelerine itiraz ediyorlar ama kendileri siyah erkekleri ve siyah kadınları ezmekte sakınca görmüyorlardı. Ünlü siyah kadın aktivist Sojourner Truth “Ben kadın değil miyim?” başlıklı tarihi konuşmasını bu yıllarda yaptı. “Hem ezilen hem ezen” konumundaki pek çok kadın, erkek egemen toplumun süregelmesinde önemli rol oynadı, oynuyor.
Connell, en tepede egemen-erkeklik tanımının yer aldığı bir ezme-ezilme hiyerarşisi önerdi. Egemen erkeklik tanımının onayladığı kadınlık tanımını kabul eden kadınlar diğer kadınlara göre hiyerarşinin tepesinde yer alıyorlar bu durumda. Geleneksel rolleri kabul eden evli ve çocuklu bir kadının bekar kalmayı tercih eden bir kadına ya da eşcinsel bir erkeğe kıyasla çok daha fazla toplumsal avantajı oluyor.
Böyle bakınca feminizmin dert edindiği geleneksel model onu kabullenen pek çok kadın için sorun yaratmayabiliyor. Bu rolleri sorgulamak yerine kabul etmeyi, onları verili almayı tercih edebiliyor kadınlar. Ama zurnanın zırt dediği yerlerde sefil oluyorlar. Aslında hayatlarında bir şey ters gitse, eş kaybı ya da boşanma gibi nedenlerle geleneksel rollerin dışına düşseler, toplumun onlara destek olmayacağını kadınlar da biliyor. Yine de pek çok kadın sistemi değiştirmeye çalışmak yerine bu rollere daha fazla asılıyor, onlardan medet umuyor. “Kocan olsun, kartondan olsun” diyen kadınlar gibi. Geleneksel model içinde en sefil evliliğin bile kadına toplumsal statü ve belli kolaylıklar getirdiği daha iyi başka nasıl anlatılır?
Erkek egemen sistemi verili kabul etmiş bir erkeğin koruyucu gibi görünen kanatları altına girmek bir kumar. Kadın orada rahat da edebilir hayatı cehenneme de dönebilir. Pek çok kadın bu kumarı oynamayı tercih ediyor, yapısal zorluklar onları oraya zorladığı için ya da görece rahat geldiği için. Yalnız hayatı cehenneme dönen kadınları feminizmden başka gerçek anlamda destekleyecek siyasi bir hareket yok. Erkek egemen sistemin mağdurlara sunacağı hiçbir şifa kaynağı yok. Nasıl bilmiyorum ama içinde bulunduğumuz ortamda herkesten önce muhafazakarlığı cazip bulan kadınlara bunu anlatabilmek lazım.
Feministlerin kadınlara tavsiye ettiği yol zor yol aslında, hem de egemen-erkeklik modelinin en tepede yer aldığı bu hiyerarşik sistem içinde. Bağımsızlığını istemek, onun için çalışmak ve toplumdaki egemen-erkeklik anlayışını dönüştürmeye çalışmak akıntıya kürek çekmeyi gerektiriyor. Feminist erkeklerin de işi zor. Egemen erkek anlayışını benimsemeyen, kadınların erkeklerle toplumsa eşitliğini savunan bir erkek de “erkek” olarak görülmeyebiliyor geleneksek modeli temel alan erkekler ve kadınlar tarafından.
Kim kadın, kim değil?
Erkek-egemen toplum teorisinin bu şekilde elden geçirilmesi toplumsal cinsiyet sosyolojisinin de yönünü değiştirdi. Toplumsal cinsiyet sosyolojisi kadınlar arasındaki farklılıklara ve erkekler arasındaki farklılıklara daha fazla yoğunlaşır oldu. Uzun yıllar boyunca yapılan tüm araştırmalar kadın ve erkek arasındaki davranışsal, duygusal ve entelektüel farklılıkların sanıldığından çok daha az olduğunu gösteriyor. Asıl olan kadınların ya da erkeklerin kendi aralarındaki farklılıklar.
Emine Erdoğan da kadın, Pınar Selek de kadın, sadece kadın oldukları için tamamen farklı şeyleri savunan, farklı yerlerden gelen bu iki kadını aynı kategoride mi düşüneceğiz? Aynısı erkekler için de geçerli. Farklılıklar sadece siyasi de değil. Biyolojik olarak da kadınlar birbirlerinden çok farklı aslında. Ben ufak tefek bir kadınım, bir erkeği dövmekte zorlanabilirim ama sokakta kendilerine sataşan adamları rahatça evire çevire döven kaç tane kadın tanıyorum.
Feminizmi destekleyen kadınların yanında Erdoğan’ı ve muhafazakar politikaları destekleyen yüzlerce kadın var. Kadın kategorisinin kendisini sorgulamadığımız sürece siyasi tavrınıza bağlı olarak bazı kadınlar sizin kendinize yakın bulduğunuz kadın tanımının dışında kalır. Erdoğan’ın kadın tanımına feministler girmez, feministlerin kadın tanımına Erdoğan’ın kadın erkekle eşit değildir demesini destekleyen, Erdoğan’ı görünce sevinç çığlıkları atan kadınlar girmez. Demek kategorinin kendisinde bir sorun var. Demek “kadın” “erkek” diye yaptığımız genellemelerin ciddi sınırları var.
“Kadınlar böyledir, erkekler de böyledir” dili, ataerkil söylemin dili aslında ve bu söylemden çıkamazsak, hem pek çok kadına hem de pek çok erkeğe haksızlık yapmaya devam ederiz. Kadın ve erkek kategorilerini sorgulamak lazım. Kadın kategorisi altına soktuğumuz milyonlarca insan birbirleriyle aynı değil, erkek kategorisi altına soktuğumuz milyonlarca insan da birbirleriyle aynı değil. Benzer yanları farklılıklarından kat be kat fazla. Ancak yönetimdeki iktidar diğer tüm toplumsal kesimler için yaptığı gibi kadın-erkek arasında da bir uçurum yaratıyor.
Feminizmin dönüşümü
Bahsettiğim tüm bu tartışmalar 1990’larda feminizmi de dönüştürdü. Amerika’da üçüncü ve hatta dördüncü dalga denilebilecek feminist hareketler bu sorularla da daha fazla ilgilenmeye başladılar. Cinsiyet ayrımcılığının sınıf, yaş, din, ırk ve etnik kimliğe dayalı diğer ayrımcılık biçimlerinden ayrı düşünülemeyeceğini ifade eden “kesişimsellik” çok sevilen bir kavram haline dönüştü. Feminizm kendi içinde o kadar çeşitlendi ki bazı yazarlar artık feminizmden değil, feminizmlerden bahsediyor.
Feminizm artık sadece kadınların ezilmesine karşı bir hareket olarak tanımlanmıyor. Kadın hareketi kadınlara yapılan ayrımcılıktan yola çıkarak, ırkçılığa, savaşa ve her türlü ayrımcılığa karşı bir toplumsal hareket olmaya doğru evriliyor. Kocasının ezdiği kadının, patronun ezdiği erkeğin, ikili cinsiyet normlarına uymayan cinsiyet sahiplerinin, doğanın, hayvan haklarının yanında olmak. Savaş karşıtı olmak. Sadece cinsiyet temelli ayrımcılığa değil, her tür ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı olmak, kadın konusunun iktidarların elinde içinin boşaltılmasına, George W. Bush yönetimi sırasında olduğu gibi savaş malzemesi yapılmasına, pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi ırkçılığa alet edilmesine karşı çıkmak. Çok daha geniş kapsamlı, çok farklı kesimlerin meselelerine açılan bir hareket haline dönüşüyor. Kadının din ve muhafazakarlık aracılığıyla ezilmesine karşı çıkarken topyekün bir İslam düşmanlığına düşmemeye çalışan (her ne kadar giderek zor olsa da), pek çok Avrupa ülkesinde ırkçılığın hedefi haline gelen müslümanların yanında olmayı hedefleyen bir feminizm.
Ezilen her an ezene dönüşebilir. Ezilmişliği yaşamış olmak başka nedenler yüzünden ezilenlerle empati kurabilmenin garantisi değil ne yazık ki. Türban konusu yüzünden yıllarca sorun yaşamış bir kadın Alevilerin, işçi sınıfından kadınların ya da Kürtlerin sıkıntılarına duyarsız kalabilir. Alevi bir erkek anti-semitik bir yaklaşım içinde olabilir. Ermenilerin sorunlarına duyarlı olan aynı insan LGBT bireylerin cinsel kimlik temelli ezilmesine duyarsız kalabilir. Bir alandaki duyarlılık başka alandaki bir duyarlılığa tekabül etmiyor. Okuduğum feminist yazarlar kendilerini de beklemedikleri bir anda duyarsızlığa düşmekten azade görmüyorlar.
Hepimiz belli önyargıların içine doğuyoruz, yıllarca bunları tekrar ederek, duyarak öğreniyoruz. Önyargıları farketmek ve kırmak yıllar alabiliyor. Kolay bir süreç değil. Amerika’nın popüler hiciv programı Daily Show’un sunucusu Jon Stewart bir röportajda “ezilmişliğin en büyük açmazı ezene dönüşmektir” dedi geçenlerde. Bugün Türkiye siyasetinde acı bir şekilde gördüğümüz gibi.
Feminizmin müttefiklere ihtiyacı var. Birincisi erkekler. Çin’de kız çocuklarının ayaklarını bağlama geleneği buna erkekler karşı çıktığında bitti. Kadının güçlenmesinde erkeklerin rolü çok önemli. İkincisi de muhafazakar rolleri çeşitli nedenlerle kabul etmiş kadınlar.
Aramızdaki tüm farklılıklara rağmen feminizme her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Çünkü yükselen kadın düşmanlığı kadınları bir noktadan sonra feministler – feminist olmayanlar diye ayırmaya gerek dahi görmeyecek. Çalışma hayatına katılmak istemiş ama örtü/türban yasağı yüzünden çalışamamış bir kadının türbanlı kızı artık türban yasağından dolayı değil, cinsiyete dayalı ayrımcılığı doğal gören bir anlayışın başını örten örtmeyen tüm kadınları hedef alması yüzünden çalışamayacak. (EÖ/ÇT)
Esra Özcan, Öğretim Görevlisi. Tulane Üniversitesi, İletişim Bölümü ve Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmaları Programı, New Orleans, ABD. |