Geçenlerde bir arkadaş ortamında “şu bayan değil kadın olayı nedir ya?”, “ev işlerinde ‘yardım’ ediyoruz ya kadınlara, daha ne istiyorsunuz?”, “ben sevgilimin kıyafetlerine karışmıyorum ama mini eteği giymemesi gereken yerler de yok mu?”, “sonuçta kadınlar daha kötü araba kullanmıyor mu yani?” gibi sorular tek tek cevaplandıktan, erkeklerin öne sürdüğü argümanlar bir bir çürütüldükten ve eşitlikçi bir anlayışla ele alındıktan sonra kadın meselesinin en son bir noktaya dayandığının farkına vardım.
Özellikle kendilerini “eşitlikçi” erkekler olarak tanımlayan ama yaptıkları birçok noktada eşlerine, sevgililerine, annelerine ya da kız kardeşlerine yanlı davranan bu erkeklerin son tutundukları argümanın “erkekler, kadınlardan daha güçlü” olduğunu fark ettim. Durumun böyle olmadığını bilimsel bilgilere dayanarak anlatmaya çalışsam da “önce erkeklerin kadınlardan daha güçlü olduğunu kabul et, öyle tartışalım” gibi çok ciddi bir direnç ile karşılaştım. Bu meselenin hem sıradan bir tartışma meselesi olmadığını hem de aslında “erkekler, kadınlardan güçlüdür” söyleminin zararlı sonuçları olabileceğini düşündüğüm için bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.
Bu sebeple bu yazıda öncelikle “güç” kavramının nasıl öğrenilen bir şey olabileceğinden ve bu alanda yapılan ve cinsiyetler arası farklılıklara odaklanan bilimsel çalışmalardan bahsedeceğim. Daha sonra da “erkekler kadınlardan daha güçlüdür” argümanının olumsuz sonuçları üzerinde duracağım.
Öğrenilen bir şey olarak güçlü olmak
Erkeklerin çok küçük yaştan beri hep “güçlü olmak” üzerine büyütüldükleri, oynadıkları oyunlardan, yaptıkları tüm aktivitelere kadar “güçlü” olmalarına nasıl bir katkı sunulduğu herhangi bir ailenin oğlan çocuğuna bakıldığında bile gözüküyor. Bu sebeple güçlü olmanın da öğrenilen ve zamanla geliştirilebilen bir şey olduğunu karşılaştığımız tepkilerde anlatmaya çalışırken 22 Şubat’ta Milliyet gazetesinde çıkan röportajında Türkiye’deki kadın hareketinin önde gelen isimlerinden Ayşe Düzkan tam da bu konu üzerine çok güzel bir noktaya vurgu yapıyor.
Düzkan, röportajında Özgecan Aslan cinayetine bağlı olarak tecavüzü açıklarken: “...Erkeklerde bunun olmasının nedeni, buna imkan veren bir egemenlik ilişkisidir. Fiziksel güçle falan da bir alakası yok. Fiziksel güç de oluşturulan bir şey. Yıllar önce okuduğum bir kitapta savunma sanatları dersine giriyorlar. Hoca diyor ki ‘Gelin, göğsüme vurun’. Erkekler vurabiliyor, kadınların hiçbiri vuramıyor. Kadınlar vurmayı öğrenerek büyümüyorlar. Büyürken güçlü olayım, dünyaları devireyim gibi beklentilerimiz yok” diyerek bu meseleyi oldukça güzel bir şekilde de özetliyor.
1960’lara kadar, evet yanlış okumadınız, sadece 50 sene öncesine kadar yaygın olan fikir de kadınların yüz yüze rekabeti veya ağır nesnelere kuvvet uygulanmasını içeren faaliyetlere katılmaması gerektiğiydi (1). Örneğin 1967’de Boston’daki maratonda koşmak isteyen Kathrine Switzer da sadece bir kadın atlet olarak maratona katılmak istediği için bir erkek tarafından tartaklanmıştı. Bırakın cinsiyetler arası fırsat eşitliğinin yaratılmasını, bir kadının spora katılım hakkı bile kadın hareketinin katkılarıyla hem Birleşmiş Milletler hem de diğer kuruluşlar tarafından ancak 1970’te onaylandı. Sporda bu şekilde uzun yıllar kendisini gösteren cinsiyetçilik, hem fıtrat adı altında hem de “erkekliğin güçlü” konumunu koruma adı altında kadınların ve erkeklerin birbirlerinden tamamen farklı ve kadınların erkeklerden birçok alanda “aşağı” olduğunu vurgulayarak kadının her alanda kendini gerçekleştirmesi önünde çok büyük bir engel de teşkil ediyordu.
Cinsiyetler arası farklılıklara odaklanan bilimsel çalışmalar
Son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalar kadınlar veya erkekler arasındaki farklılıklar gibi cinsiyet içi farklılıkların, erkeklerle kadınlar arasında öne sürülen cinsiyetlerarası farklardan çok daha fazla olduğunu gösteriyor. Güç göstergesi arasında sayılan, örneğin fiziksel aktivitelerde daha iyi olma durumunun, genç erkeklerde genç kadınlara göre daha yaygın görülebildiği ama yaş ilerledikçe cinsiyetlerarası farkın da kalmadığını kanıtlayan çalışmalar bulunuyor (2). Yine aynı şekilde yapılan çalışmalar genç örneklemlerde kadınların sözel aktivitelerde erkeklerden daha iyi olduğu ama bunun da yaşla ortadan kaybolduğunu gösteriyor. Bu sebeple bu farklılıkların cinsiyete dayalı bir sonuca dayandırılmaması gerektiği de net bir şekilde gözler önüne seriliyor.
Yakın yıllara kadar kadınların matematikte de erkeklerden kötü olduğu ve bu sebeple zihinsel olarak daha “az gelişmiş” olduğu erkek bilimciler tarafından ortaya atılmış ve bu fikir çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu bilimsel çevrede de kabul görmüştü. Bilimsel çevreler feminist bir perspektifin de etkisiyle eskiden yapılan ve cinsiyet farklılıklarına vurgu yapan çalışmaları yeniden ele alıyor ve bununla birlikte kadınların ve erkeklerin kişilik, bilişsel yetenek ve liderlik gibi özelliklerde birbirinden farksız olduğunu gösteriyor.
Erkeklerin fiziksel olarak çok güçlü, kadınların ise bir o kadar güçsüz kabul edilmesinde gerek medyanın gerekse çocuk yaştan itibaren izlediğimiz çizgi filmlerin bile rolü var. Örneğin Disney’deki kadın karakterlerin resmedilmesinde “ince bilek”, erkeklerde ise “kapkalın bilek” gibi abartılmış imajların kullanılmasının da “güçlü erkek, güçsüz kadın” imajına katkısı olabileceği son zamanlarda bu meseleler üzerine çalışan bilim insanları tarafından da ileri sürülüyor. Bu sebeple eskiden ortaya atılan “cinsiyet farklıkları” hipotezinden ziyade “cinsiyet benzerlikleri” hipotezi, bilimde kendine yer bulmaya başlıyor (3).
“Erkekler kadınlardan daha güçlüdür” söyleminin sonuçları
Şu anda bakıldığında cinsiyetler arasında ufak farklılıklar gözükse bile bu farklılıklar değişmez farklılıklar değil. Kadınlar her anlamda güçlendikçe hem biyolojik hem de çevresel faktörler de birbirlerini etkileyecek ve bugün kabul ettiğiniz gerçeklikler yarının dünyasında çok farklı bir şekilde karşımıza çıkacak (4).
Tam da bu sebeple şimdi çok ciddiye alınan “erkeklerin daha güçlü olduğu” fikri de gelecekte ciddiye alınmayan bir fikir olarak değerlendirilebilecek. Her ne kadar cinsiyetler arası farklılıkların minimum düzeyde olduğu bilim tarafından kanıtlanmış olsa da bu duruma karşı mevcut direnç günlük hayatta “o zaman şu ağırlığı bir kaldır da görelim”, “inşaatta çalışın da görelim”, “ev taşırken eşyaları sen kaldır da görelim” tarzı yorumlarda karşılık buluyor. Umarız ki bu tartışmayı yapmaya ileride gerek kalmayacak ve bu argüman üzerine şekillen toplumsal roller de bu vesileyle yeniden sorgulanacak.
“Erkekler kadınlardan daha güçlüdür” gibi ifadeler genel olarak hem erkeklerin lehine ve kadınların aleyhine işliyor hem kadınların “zayıf” olduklarına ikna edilmelerine hizmet ediyor hem de günlük hayatın birçok alanında kadınlar “zayıf” veya “güçsüz” görüldükleri için ciddi bir önyargı ve bunun sonucunda da ayrımcılığa sebep oluyor. Aynı zamanda erkeklerin kadınlardan daha güçlü olduğu tezi kadınların “korunması” gereken varlıklar olduğu düşüncesi ile birbirini besliyor ve kadınların kendi güçlerini de küçümsemelerine sebep oluyor (5). Üstelik güçlü erkek normuna uymayan erkekler ve güçsüz kadın normuna uymayan kadınlar toplumda kabul görmüyor. Sıska, cılız ya da yeterince “maskülen” vücuda sahip olmayan erkeklerin ve “feminen” vücut yerine daha kaslı bir vücuda sahip olan kadınların da kendi vücutlarından utanmalarına sebep oluyor. Bu durum ancak cinsiyetin çizdiği sınırlar içinde var olmaya çalışan mutsuz bireyler yaratıyor. (ÖMU/ÇT)
* Özden Melis Uluğ, Bremen Jacobs Üniversitesi doktora öğrencisi.
**
(1) Lenskyj, H. (1990). Power and play: gender andsexuality issues in sport and physical activity. International Review of Sociology of Sport, 25, 235- 243.
(2)Trofimova, I. (2012). A study of the dynamics of sex differences in adulthood. Internatıonal Journal of Psychology, 2012, 47(0), 1–7.
(3) Hyde, J. S. (2005). The Gender Similarities Hypothesis. American Psychologist, Vol. 60, No. 6.
(4) ““Men and Women: No Big Difference”
(5) Nadler, J., Sebelski, C., Visich, P. & Mayhew, J. L. (1996). Comparison of Estimated and Actual Strength Performance among College Men And Women: Interaction of Perception and Performance. IAHPERD Journal Volume 29. No.2.