Çalıştığım işyerinde her gün tekrar eden bir ritüel var. Öğle yemeklerinin sırasında kadınlı-erkekli masamızın ana sohbet konularından biri etraftaki insanlar. Kimin ne yaptığıyla, kiminle birlikte olduğu, nasıl terfi aldığı uzun uzun tartışılıyor.
Masada kadınların olmadığı günlerdeyse sohbetin konusu şaşmaz bir biçimde diğer kadınlara odaklanıyor. Güzeller, çirkinler, şişmanlar, seksi giyinenler, evliler ve bekarlar. Günün en az iki saatini geçirdiğim serviste de durum farklı değil,
30'larında sessiz bir adam olan şoförü yandaki arabayı kullanan eteği sıyrılmış kadının üzerine sürmeye çağıranlar ve İstanbul'un içinden çıkılmaz trafiğinden kesin biçimde kadınları sorumlu tutanlar çoğunlukta. Servise bir kadın bindiğindeyse herkes aniden bir centilmene dönüşüyor.
Toplantılar, iş yemekleri ya da çay odasındaki ayaküstü karşılaşmalarda da durum aynı; yönetimin üst kademeleri dahil, ülke ortalamasından fazla kadının yer aldığı bu şirkette çalışan her sınıftan ve toplumsal katmandan erkek ikili bir hayatı başarıyla sürdürüyor görünüyor.
Öyle ki, dışarıdan bir gözlemciye absürd görünebilecek bu fenomen -erkeklerin kadını nesneleştirerek sosyalleşmesi- sadece sonuçlarıyla görünür hale geliyor.
Bu dolaylı sonuçlardan birinin de kadına yönelik şiddet olduğunu düşünmek isabetsiz olmaz sanırım. Erkek sohbetlerinin (dayanışmasının) ana motivasyonu, bunun sarkastik bir biçimde reddedildiği hallerde bile ("evde patron bizim hanım"), kadının ne istediğini ve ne olduğunu en iyi kendisinin bildiğine dair kırılgan inanç gibi görünüyor.
Bu inancı yıkmaya, hem de bu işi uluorta yapmaya yeltenen bir kadının -doğrudan iktidarı hedef alan her devrimci gibi- sözel, duygusal ya da fiziksel şiddetle karşılaşma riski yüksek.
Geçen gün eve doğru yürürken herkesi "kadına karşı şiddete" karşı durmaya çağıran bir afiş gördüm. Sol alt köşesinde de bal peteği gibi, kır at gibi, altı ok gibi bir daha çıkmamak üzere kafamıza kazınan bir amblem, o sarı ampul vardı.
Dokuz yılın ardından, kadına yönelik şiddet de AKP iktidarının marjinal muhaliflerin elinden alıp yaygın dolaşıma soktuğu kavramlar kervanına katıldı. Kürtlerin, Alevilerin, Romanların sorunları; demokrasi, askeri vesayet, insan hakları, işkence, özgürlükler, haklar; Dersim, Almanya, Suriye...
Bütün dosyalar teker teker açılırken kadın hakları hep arkada kalmış göründü. Duruma ayak uyduramayan bakanlar mı, aileyi korumakla kadını özgürleştirmek arasındaki gerilim mi buna neden oldu bilinmez.
Şimdiyse zamanı gelmiş görünüyor. Bakan retoriğe hakim, bakanlığın adı aileyi koruma altına almış durumda. İstatistikler küçük küçük de olsa durumun her alanda dünden daha iyiye gittiğini söylüyor. Kadın cinayetleri medyada daha fazla yer bulmaya başladı.
Hatta Milliyet gazetesi geçen gün geleneği kırarak haberin odağına mağdur kadını değil, katil kocayı koydu. Yukarıdan, sayıların ve eğilimlerin dünyasından bakınca, şeylerin doğasına uygun olarak -yavaş da olsa- dünyanın kadınlar için daha yaşanılası bir hale dönüştüğünü düşünmek mümkün.
Bense sıklıkla o eğriyi oluşturan noktaları düşünürken buluyorum kendimi. Diyelim bir erkeğin elindeki bıçağı karşısındaki kadının vücuduna sapladığı anı, çıkan sesi, ne hissettiğini, ne düşündüğünü; o anın hemen öncesini ve sonrasını; korkuyu, öfkeyi ve acıyı gözümün önüne getirmeye çalışıyorum.
Çünkü gazete haberleri çoğu zaman nedensiz, şeytani bir kötülükten bahsediyor. Sanki o kadının kaderinde öldürülmek varmış, tüm yaşamı bu sona varan bir dizi talihsizlik ya da yanlış seçimle örülmüş gibi.
O adamsa iflah olamayacak bir kötü. En iyi ihtimalle din, gelenek, namus gibi sorgulanamayacak sebeplerin esiri. Peki mesela Cem Garipoğlu kız arkadaşını öldürürken ne düşünüyordu? Neden onu öldürebileceğini düşünüyordu?
Başbakan Erdoğan bu yıl 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nden önce yaptığı açıklamada " [...] kadına yönelik şiddet, vicdansızlıktır, insafsızlıktır, hiç tereddüt etmeden söylüyorum, alçaklıktır!" dedi.
"Hiç kimse, kadına yönelik şiddeti, adına töre, gelenek, namus davası diyerek meşrulaştıramaz. Bizim medeniyetimiz, 'Cennet, annelerin ayakları altındadır' der. Bizim medeniyetimiz, kültürümüz, kadın erkek demeden, yaşlı çocuk demeden canı, hayatı, insanı kutsal görür, mübarek görür, dokunulmaz görür.
Bizim geleneklerimiz kadını, evin de ailenin de sosyal hayatın da ekonomik hayatın da en merkezinde görür ve böyle kabul eder."
Son cümlenin son kısmının pratikte her gün yalanlanması bir yana (bkz. Bakanlar Kurulu ve sosyal-ekonomik alanda faaliyet gösteren yapıların kurulları); alçaklık olarak şiddet, sorunu metafizik bir alana doğru itiyor.
O zaman kadını bu alçaklardan, bu medeniyet yoksunu canilerden korumak gerekir. Yasalarımızı değiştirelim, sığınaklarımızı yapalım ve koruyalım. Kadınlar mutlaka korunmak istiyor; onlara bu olanağı sunmak elzem. Peki erkekler? Çoğu zaman akla yakın açıklamalarımız olsa da kadınlara neden şiddet gösterdiklerini gerçekten biliyor muyuz?
Erdoğan ilk defa erkekleri kadına yönelik şiddete karşı mücadeleye çağıran bir bildirinin ilk imzacısı oldu. Yemek masamdaki erkekler bu haberi alaycı bir şekilde karşıladı. Sorarsam, bir kadına asla şiddet uygulamayacaklarını, "kadınların çiçek olduğunu" söyleyeceklerine eminim.
Erkekler, XY kromozomuyla doğdukları ve yolda kaçmaya fırsat bulamadıkları için bu dayanışma ve sosyalleşme ağının anonim bir parçası olmaktan nasıl kurtulacak? Sanırım çözüm, erkek dayanışmasının sosyal-ekonomik avantajlarının ortadan kaldırılmasını sağlamak. Bunu da herhalde haklarını savunan kadınların dayanışması sağlayacak.(EÇA/ÇT)