2008'e Ayşe'nin (Ayşe Yılbaş) aramızdan ayrılığı ile başladık. Çarşamba günü için randevulaşmıştık. İstanbul'a kar serpiştiriyordu. Yerleri işgal etmeyen türden. Ama trafik ve şehir çoktan felç olmuştu. O Çarşamba görüşemedik. O Cuma Ayşe'nin ölüm haberi geldi.
O'ndan boşanmak istiyordu, genç yaşta yaptığı evlilikte şiddetin türlüsünü görmüş, başına silah dayamış, o işteyken kaçmasın diye kapıları üstüne kilitlemiş, nüfus cüzdanına el koymuştu.
Yarı gönüllü yarı gönülsüz hamile kalmış, çocuğunun ismiyle ilgili kurduğu hayalleri belki söyleyemeden, eline tutuşturduğu nüfus cüzdanından, oğlunun ismini öğrenmişti.
Oğlu bir aylıkken, üzerinde terlik ve ev kıyafetleri ile kimliği, parası, telefonu olmadan kaçıp başka şehirdeki halasına sığınmayı başarmıştı.
Sonra da İstanbul'a, ailesinin yanına. Evlilik nedeniyle bırakmak zorunda kaldığı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne dönmüş, hayata yeniden tutunmaya çalışıyordu.
Sadece üç kere gördüm. Saatler boyunca anlattı anlattı...Sonraları fark ettim ki bildiklerim, bilmediklerimin yanında ufacıkmış.
Ayağında terliklerle kaçışından sonraki hayatı da kabus gibiydi. O'nun, babası ve ağabeyi hakkındaki sayısız ihbar ve şikayet mektupları nedeniyle, işyerlerinde disiplin soruşturmaları başlamış, annesi hakkında/adına porno sitesi kurmuş, eve tuhaf telefonlar gelir olmuş, oğlunu görmeye Ayşe'nin ailesinin evine gelmiş ancak çocuğu kaçırmaya kalkışmış, her vesile ile Ayşe'nin karşısına çıkmış ve "bir Cuma günü öğlen 12.00'de öldüreceğini" söylemiş, söylemiş, söylemişti.
Ayşe iki kere Mahkemeden 4320 sayılı Kanun'a göre "korunma kararı" almış bir şey değişmemiş, buna rağmen sonraki tarihlerdeki üç başvurusu reddedilmişti.
Boşanma davasında ise, şiddete maruz kalan değil, şiddeti uygulayan haklı bulunmuş, Ayşe'nin boşanma talebi de red ile sonuçlanmıştı.
Ama yollarımızı kesiştiren aslında bunlar değildi. Berkay'ı 2007 yılının Ağustos ayında, mahkeme kararına uygun olarak, hafta sonu için babasına göndermişti. Sonra, henüz meme emen oğlunu, İstanbul'a yılın ilk karları düşerken hala, bir daha görmemişti.
Hatta nerde, hangi şehirde, kimin yanında olduğunu bile bilmiyordu. Bilmesinin koşulu belliydi; O'na geri dönmesi. İşte böyle tanıştık. Aslında topu topu üç kere görüştük.
Ocak sonunda Berkay kucağındaydı. Burdur'da yer yerinden oynasa da, oğlunu teslim almıştık. Sonra karşı taraf ve vekili ile konuşmalar başladı. Boşanma davası şöyle mi olsa, mevcut davalar böyle mi olsa.
Garip ki biz anlaşma noktasına yaklaşıldığını, ilerlediğimizi sanıyorduk. Ayşe ise büyük bir karamsarlıkla O'nun anlaşmaya yanaşmayacağını, anlaşsa bile peşini bırakmayacağını söylüyordu. Kabusum oldu; "siz tanımıyorsunuz, beni öldürebileceğini bile düşünüyorum" dediği an...
Yine de Çarşamba günü için randevulaşmıştık. O ve avukatı olacak, geldiğimiz nokta yazılı hale getirilecekti. İstanbul'a kar serpiştiriyordu. O Çarşamba görüşemedik. O Cuma, 22 Şubatta, Ayşe'nin ölüm haberi geldi. Katilinin dediği gibi Cuma günü, söylediği gibi saat tam on ikide... Soğukkanlılıkla sıktığı 7'si kafasına, 7'si kalbine isabet etmiş 14 kurşun ile...
Topu topu üç kere görüştük. Birbirimizi tanımıyorduk bile. "Ne yumuşak bir kız" diye düşündüğümü hatırlıyorum ve tüm bunları yaşamak için ne kadar genç. Ayşe artık yok.
Yargılama ise, neredeyse bir yıl geride kalırken ağır ağır ilerliyor. Sanık vekili, müvekkilinin aklının başında bulunmadığını yani "ceza ehliyetine sahip olmadığını" iddia ettiği için, sanık Adli Tıp Kurumu'na yönlendirildi.
Aylardır dosyanın dönüşünü bekliyoruz. Hüseyin Üzmez dosyasında bir günde karar veren/ rapor oluşturan Adli Tıp Kurumu'nun, kadın cinayetlerinde bunca 'ağırdan alması' da sadece Kurumun içinde bulunduğu durumun göstergesi değil, aynı zamanda sistemin bütün hücrelerine sinmiş cinsiyetçiliğinin bir tezahürü.
Bu davalarda "taraf"ız
Öldürülmek için, başkaca bir şeye hacet yok. Sadece kadın olmak yeterli. Bu nedenle, kadın cinayetleri politik cinayetler. Bu nedenle bu davalarda "tarafız.
Bu nedenle davayı feminist avukatlar ve feminist örgütler olarak takip ediyoruz. Bu nedenle Ayşe'nin davasında da, tıpkı Güldünya'nın, tıpkı Sevim'in davasında olduğu gibi, müdahillik talebinde bulunduk. Önce Mor Çatı, reddedilince Amargi, reddedilince Kadının İnsan Hakları Projesi, sonra Ka-Der, Film Mor...
Biliyoruz ki müdahillik konusundaki bu çabamız şimdi bir şeyleri biriktiriyor, bir şeyleri aşındırıyor. Yarın bir şeyleri değiştirecek de...
'Kadın cinayetleri politiktir" tespitimizin haklılığı, barış yolculuğunda önce tecavüze uğrayıp sonra öldürülen Pippa Bacca vesilesiyle bir kez daha, doğrulandı. Pippa'nın ölüm haberini aldığımızda, takvimler 14 Nisan' ı gösteriyordu.
20 Nisan'da yollara düşüp Pippa'yı kaybettiğimiz yere, Gebze'ye giderken tekrarladığımız "tesadüf değil, erkek şiddeti" sloganını, yargılama aşamasının kendisi de doğruladı.
Pippa'nın katili, ne Pippa'yı tanıyor, ne gelinlikle yollara düşüş nedenini biliyordu. Pippa sanatçı olduğu için, otostop çektiği için, barış için, ya da gelinlik giydiği için değil, kadın olduğu için öldürülmüştü. Aslında bu şiddet; babaların, kocaların, sevgililerin, tanıdığımız tanımadığımız erkeklerin her gün, her saat tekrar tekrar uyguladığı şiddetin sadece devamıydı.
Yani yaşanan tesadüf değil, münferit değil, erkek şiddetiydi.
Mahkeme müdahillik talebimizi bu kez hemen reddetmedi, incelemeye karar verdi. İnceleme süreci olumsuz sonuçlandı. Olsun...Ne kararlılığımız eksildi, ne enerjimiz.
Kadın cinayeti davalarının kabusu: haksız tahrik
Ancak davalarda müdahil/taraf olma isteğimizin tek nedeni kadın olmak, bu şiddeti bilmek, tanımak ve/veya bu şiddete maruz kalma tehdidi altında yaşamak değil.
Öldürülen kadınlar; öyküleri, kırık dökük hayatları, hüzünleri ile çoktan sistem tarafından "dosya"lanmış ve "istatistiki veri" halini almışken, Sevgileri, Alevleri unutmadığımız için de, bu suçların yargılanmasından menfaatimiz olduğu için de tarafız.
Kadınların bedeninin ve hayatının tasarrufunu, "namus"' adına erkeklerin kullanımına sunan erkek egemen sisteme karşı olduğumuz için de, dört bir yandan gelen "haksız tahrik" kararlarına müdahale etmek için de, tarafız. Tüm bu nedenlerle yargılama sürecinde yer almak istiyoruz.
Çünkü; sadece gazetelerin 3. sayfa haberlerine bakıldığında bile, kadın cinayetlerinin inanılmaz boyutlara ulaştığı kolayca görülüyor.
Cinayet nedenleri gün yüzüne çıkmıyor, gerçek sayılara ulaşmak neredeyse imkansız. Yine de Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi tarafından yapılan araştırma namus cinayetleri nedeniyle son 5 yılda 322 kadının öldürüldüğünü gösteriyor. Aynı çalışmada cinayetlerde artış olduğu sonucuna da ulaşılmış.
Faillere verilen cezalar ise Türk Ceza Kanunu'nun 29. maddesinde yer alan "haksız tahrik" düzenlemesinden hareketle, kırpılıyor, kuşa dönüşüyor. Oysa 29. madde; "haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet ve şiddetli elemin etkisi altında" suç işleyen kimseye verilecek cezanın indirilmesinden söz ediliyor. Yani haksız tahrik nedeniyle cezanın hafifletilmesi için; mağdurun, hukuka aykırı bir davranışının bulunması, bu davranış nedeniyle saldırganın öfke veya üzüntü duyması ve bu hiddet ve şiddetin etkisi ile suç işlemesi gerekiyor.
Dolayısıyla Mahkemeler "haksız tahrik davalarında"; boşanmak isteyerek, çocuğun velayetini isteyerek, sevişmeyi reddederek, beyaz tayt giyerek, cilveli saat sorarak, alışveriş yaparak vb. kadınların haksız bir davranış içinde bulunduğuna ve katilini bu haksız davranışları ile hiddet ve şiddete sürüklemiş olduğuna karar veriyor. Bu hiddet ve şiddet altında karısını, sevgilisini, kızını, kardeşini öldüren erkeklere verilen cezalar da indiriliyor. (!)
Aslında fazla söze hacet yok; tahrik indirimleri bu ülke hukuk sisteminin ne kadar cinsiyetçi olduğunun en açık göstergesi.
Sayılara bakınca verilen kararların "münferit" olmadığı da kolayca görülüyor. Ulaşabildiğimiz 80 Mahkeme kararından hareketle, kararları sistemleştirmeye çalışınca elde edilen sonuçlar şöyle; cinayetler Türkiye'nin dört bir yanında yaşanıyor, kararı veren mahkemeler de yine pek çok farklı şehri kapsıyor, yanı sıra Yargıtay kararları da söz konusu.
Mağdurlardan sadece 1 tanesi erkek, diğerleri kadın. (Ancak erkek de aynı saikle, "kız kardeşin namusu" nedeniyle öldürülmüş.) Saldırganların hepsi kadınların tanıdığı, "yakını" erkekler. Kocalar birinci sırayı kimseye kaptırmıyor, sonra eski kocalar, babalar, ağabeyler ve sevgililer geliyor. Sadece tek bir dosyada, katiller daha uzak akraba(l). Eski kocanın erkek kardeşleri... Sadece tek bir olay, ölüm ile sonuçlanmamış. 80 dosya içinde, sadece iki dosyada haksız tahrik indirimi uygulanmamış.
Mahkeme kararlarının zemininde, cinsiyetçi sistem yer alıyor. Aksi halde 5 ve 7 yaşındaki çocukları ile gittikleri alışveriş merkezinde, yanlarından geçen bir gruba saat soran karısını, "cilveli saat sordun" diyerek, 15 yerinden bıçaklayan katil kocaya verilen, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının, "sanığın haksız tahrik altında cinayeti işlediği ve pişmanlık duyduğu gerekçesiyle" 20 yıla indirilmesi nasıl açıklanabilir!)
Sistem, bir erkeği kurtarmak için harekete geçtiğinde, hastanelerden Adli Tıp Kurumu'na, yüksek yargıdan adalet teşkilatının tüm birimlerine kadar, siyasetçilerle de dahil olmak üzere, bütün mekanizmalar tüm gücüyle erkek saldırganı kurtarmak için işliyor.
Bu nedenle sistemin erkekleri kollayan bu algısını değiştirmek, akıllarda vicdanlarda adaleti sağlamak ve kadın cinayetlerinde haksız tahrik indiriminin uygulanmaması için, feminist kadın kurumlarının davada taraf olması gerekiyor.
Haksız tahrik indirimi uygulanmazsa
Sevim Zarif arkadaşımızdı. Ankara'da hemşirelik yaparken, Hukuk Fakültesi öğrencisi Yaşar Özcan'la evlenmişti.
Kocası öğrenciyken başlayan ev geçindirme işini, hamileyken de, çocuğuna bakarken de devam etmişti. Mutsuzdu, 15 yıl önce boşandı.
Tehditler, yol kesmeler ve sistemli tacizle başa çıkamayacağını anlayarak, tayinini istedi, yaşadığı şehri değiştirdi.
Yaşama tutunmaya çalıştı, yeniden sevdi. İkinci çocuğu oldu. Ama eski kocasının tacizlerinden, tehditlerinden ve dinmek bilmeyen öfkesinden kurtulamadı. 22 Temmuz 2007'de Sevimle eşi Halil, genel seçim günü oy kullanmış evlerine dönerken, eski kocanın kurşunlarının hedefi oldular.
Sevim artık aramızda değil. Yaşasaydı, belki dergimizin bu ilk sayısını çıkarmanın heyecanını birlikte yaşayacaktık.
Geride sadece bizler değil, on yaşında annesiz ve altı yaşında ana babasını yitirmiş iki kız çocuğu kaldı. Bir de ne zamandır planladığı bu cinayeti haksız tahrik indirimine sokmaya çalışan avukat bir katil.
Aralarında feministlerin de bulunduğu toplam 43 kadın grubunun "taraf" olduğunu açıkladığı bu dava, 2008 yılının Ekim ayında sonuçlandı. Sanığın, haksız tahrik indirimi uygulanması için uydurduğu bahanelere rağmen, Mahkeme 29. maddeyi uygulamadı, bu gerekçeyle cezada indirim yapmadı.
Başlı başına bu durum dahi, umudumuzu arttırdı. Çünkü kadınları katledenlerin gereği gibi cezalandırılması, başka kadınların aramızdan ayrılmamasını sağlayabilir. Bu nedenle talebimiz belli; kadın cinayetlerinde, haksız tahrik indirimini uygulanmasın...
Sevim yok, Ayşe yok... Tanıdığımız tanımadığımız yüzlerce kadın yok.
Sevim'de, Ayşe'de, onlarca kere şikayetçi olmuştu, savcılığa başvurmuştu, koruma kararı istemişti, dava açmıştı. Yargı Onları korumadı. Katillerini (haksız tahrik, iyi hal indirimleri ile) korumaya devam ediyor.
Unutmayacağız, affetmeyeceğiz, susmayacağız. (ME/EZÖ)
* Feminist Politika üç ayda bir yayınlanan feminist kadın dergisi.