2014'te 281 kadın öldürülürse bir memlekette ve bu meselenin üzerinde kimse durmuyorsa ve bu toplantıda* dört tane erkek varsa, -4 tane, 5 bile değil- ve bir tek Kadın Bakanlığı yapmış olan politikacı yoksa ve üniversite yönetiminde görev almış olan bir tek erkek de yoksa, herhalde şapkayı tekrar önümüze koymak lazım. Çünkü biz, birbirimize konuşuyoruz. Bu, öyle karşılıklı bir sevgiyle alışveriş. Yani o söylüyor ben dinliyorum; ben söylüyorum o dinliyor. Bu şekilde halledilmez. Bu memlekette, bu konuya erkekler de katılmadıkça bir tek adım atılmaz. Öncelikle bunun altını çizmek isterim.
Prof. Dr. Nermin Abadan Unat (d. 1921, Viyana), Türk yazar, çevirmen, hukukçu, sosyolog, siyaset ve iletişim bilimci. İzmir Kız Lisesi'nin ardından İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi'nden mezun olan Nermin Abadan Unat, 1944 yılında girdiği Ulus gazetesinde 1950 yılına kadar çalıştı. Kazandığı bir bursla Amerika'ya giden Unat, Minnesota Üniversitesi'nde aldığı lisansüstü eğitimden sonra 1953 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde asistan olarak göreve başladı. Beş yıl sonra doçent, 1966 yılında profesör oldu. Aynı fakültede Siyasal Davranış Enstitüsü’nü kuran Unat, yurtdışında birçok yerde çalışmalar yaptı. Yurtdışındaki göçmen Türk işçiler ve kadın sorunları konularıyla ağırlıklı olarak ilgilendi. Türk Toplumunda Kadın adlı kitabı, Almanca ve İngilizce dillerinde de yayımlandı. Uluslararası Siyasi İlimler Derneği (IPSA) başkan yardımcılığı, Türk Sosyal Bilimler Derneği başkanlığı ve 1978’den itibaren Avrupa Konseyi’nin Kadın - erkek eşitlik Komisyonu başkan yardımcılığı gibi görevlerde bulundu. 1978 - 1980 yılları arasında CHP'den kontenjan senatörü olarak meclise girdi. 1989 yılında SBF'den emekli oldu. Eğitim alanına kattığı değer ile 2012 yılında Vehbi Koç Ödülü'ne layık görüldü. |
Benim konuşmamın başlığı her şeyin Birleşmiş Milletler’de başladığı ve o günden buralara nasıl geldiğimiz hakkında. Bunun bir sebebi olarak erkek kurnazlığı diyeceğim. Çünkü 1948’de, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi Birleşmiş Milletler tarafından kabul edildiği zaman, kimse bunun nasıl dünyaya geldiğini fazla bilmiyor. Ama ben size söyleyeyim. Biliyorsunuz 1945’te İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, eski Cemiyet-i Akvam yani Birleşmiş Milletler Cenevre’de çözülmüştü. Onun yerine yeni bir örgüt kurmak ihtiyacı duyuldu ve Birleşmiş Milletler fikri doğdu. O sırada Franklin Roosevelt 1945’te ölmüştü. Roosevelt Amerika’da üst üste 4 dönem Cumhurbaşkanlığı yaptığı için, kamuoyunun önemli bir kısmı tarafından sevilmiyordu. Aynı şekilde Demokrat Parti olarak da sevilmiyorlardı. Bu arada, Roosevelt bir taraftan Cumhurbaşkanlığını yürütüyor; karısı da, Eleanor Roosevelt, o da eşbaşkan gibi fevkalade faal bir cumhurbaşkanı eşi olarak kamuoyuna çıkıyordu. Her hafta radyo konuşmaları vardı, ocak sohbetleri vardı ve Amerika’da birçok çevreler, bu kadın her şeye burnunu sokuyor, iyi ki kocası da gitti de o da yok oldu, dediler. Ancak Madam Roosevelt’in öyle bir ağırlığı vardı ki, öyle kolay kolay kenara itilmez. Onun için düşünüp taşınmışlar, Birleşmiş Milletler’in kuruluşu sırasında birtakım komisyonlar kurmuşlar. Bir tanesi de İnsan Hakları ile ilgili bir komisyon olmuş. Amerikan politikacıların anı kitaplarında çıktığı üzere, Madam Roosevelt’i meşgul edecek ama kamuoyunun gözünün önünden kaçıracak bir iş verilerek, Madam Roosevelt bu komisyonun başına geçirildi. Komisyon Paris’te çalışıyordu.
Tesadüfen ben de 1948’de o sırada oradan geçiyordum ve duydum. Büyükelçilik vasıtasıyla bu toplantıya girme izni aldım. O sırada bir İspanyol erkek söz aldı ve dedi ki “Sayın Başkan, biz şimdi burada 8 ay çalışıyoruz. Bir tane virgül kaldırdık, bir tane nokta koyduk, işte bu kadar. Biz bunu nasıl bitireceğiz?” O zaman Madam Roosevelt, “Ben icabına bakarım” dedi. Ve icabına baktı. O sizin bildiğiniz Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi, ondan sonra 1 hafta içinde tamamlandı.
Şimdi bu neden çok mühim? Çünkü orada hakların eşitlik prensibi ve bireycilik konuyor. Her bireyin, ister kadın olsun ister erkek ister nötr bir toplumsal cinsiyete sahip olsun, hak sahibi olduğu ilkesi konuyor. Yani, özgürlük gibi eşitlik de evrensel bir değer taşır. Bunun üzerinde tartışma olmaz. Dolayısıyla bu bildirgenin ağırlığı her zaman ortada olacaktır. Nitekim, bu eşitlik bizzat Amerika’yı altüst etti, çünkü yine o tarihlerde “Equal but Seperate” –Eşit fakat Ayrı- ilkesi yürürlükteyken, Anayasa Mahkemesi bunu kaldırdı ve Afrika kökenli bir insan Cuhurbaşkanı makamına oturabildi. Demek ki, her ülkenin kendi içinde bu eşitlik prensibiyle başa çıkması gerekmektedir.
Şimdi, kadın araştırmaları meselesine dönelim. Kadın ve erkek bildirgede eşit ama fiiliyata geçildiği ve ilk defa nerede ele alındığı, yani niçin eşit değil ve eşit olması için ne yapmamız lazım diye baktığımız zaman görüyoruz ki, ilk Kadın Araştırmaları dersi Cornell Üniversitesi’nde 1969’da veriliyor. Ondan sonra ilk Kadın Araştırmaları Ders Programı 1970’te San Diego Üniversitesi ve New York’ta Buffalo’da oluşturuluyor. Sonra bir şey daha geliyor: Bir Kadın Araştırmaları Dergisi. 1972’de başlıyor yayımlanmaya. Ve ilk doktora programı yine Amerika’da 1990’da, Siyahların kurduğu bir üniversite olan Emory Üniversitesi’nde başlıyor. Bunların hiçbiri tesadüf değildir. Çünkü eşitlik istemek için eşitsiz bir konumda olmak lazım. Ezilmek lazım. Bastırılmak lazım ki isyan edesiniz.
Şimdi şunu sorabilirsiniz: Niçin bu hareket Amerika ile başladı? Bu bir tesadüf müdür?
Hayır, tesadüf değildi. Çünkü Amerika’da eşitsiz konumda olan kişileri sayısı geçmişte çok fazlaydı. Kölelik vardı, her türlü aşağılama ve tahkir vardı. Bugün de ideal durumda değil; fakat bir fark var: dinamik bir toplumdur ve tepki gösterir.
Peki Neden Wisconsin’de başladı? Wisconsin, İskandinav kökenlilerin yerleştiği bir eyalettir ve İskandinav ülkeleri, hepinizin bildiği üzere, bugün de dün de kadın erkek eşitliğini ideale yaklaştıran bir ülkeler topluluğudur. Norveç, Danimarka, İsveç ve Finlandiya.
Finlandiya, bir yılbaşı ajandası yayınlamıştı. O ajandada 100 kişilik parlamento temsilinde bir tarafta 50 erkek, öbür tarafta 47 kadın yerleştirilmişti. Üç tane de beyaz boyanmış figür vardı. Neredeyse 50-50 orana yaklaşmıştı. Demek ki bir bölgenin geçmişten gelen değerleri vardır. Baktığımız zaman analitik düşünce oralarda gelişiyor. Dinamik, aktivist faaliyete bağlı olan taraflar da Güney’de, Emoly Üniversitesi’nin olduğu Güney’de olabiliyor. Bunların hiçbiri tesadüf değildir.
Peki neden Avrupa değil de Amerika? Avrupa’da filozof ya da kadın düşünürler yok mu? Dolu. Ama içinizde Fransız İhtilali’ni okumuş olanlar herhalde rastlamıştır, Olympe de Gouges münasebetsiz bir kadındır. Fransız İhtilali patladıktan sonra, Fransızların İnsan Hakları Beyannamesi var ve özgürlük, eşitlik, kardeşlikten söz ediliyor. Ancak Erkek ve Yurttaş Hakları Bildirgesi olarak ortaya çıkarılan (La Déclaration des droits de l'Homme et du citoyen) bu bildirge, erkeklere yöneliktir. Gouges, bir asilzade kadındır ve diyor ki, Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (Déclaration des droits de la Femme et de la Citoyenne) de olmalıdır. Bunu söylediği için giyotine götürülmüştür. Giyotine çıktığı zaman demiştir ki, “Efendim, ben bu cürette bulundum, onun için kafamın kesilmesini bekliyordum.” Ve kafasını koyarak, kestirmiştir. Yani, Yaşlı Avrupa öyle kadın yetiştirdi ama Yaşlı Avrupa eşitliği kadınlar için sağlayamadı. Bu yüzden, bana göre birçok şeylerde Avrupa geridir ve Amerika ileridir. Bu bir tesadüf değildir, sebebi bu tür şeylerin oluşumunda yatmaktadır. Nitekim istatistiklere baktığımız zaman, Almanya’da 1990’a kadar Kadın Araştırmaları dersi dahi yoktur. O ancak 1990’dan sonra, artık biraz ayıp oluyor denilerek, üniversitelere bir çeki düzen verip daha fazla geri görünmemek adına eklenmiştir.
Yapılan büyük çalışmalardan sonra, önemli bir adım toplumsal cinsiyet kavramının ortaya çıkmasıdır. Bu konuyu zannederim buradaki meslektaşlarım benden çok daha yetenekle anlatacaklardır. Ben şurasını belirtmek istiyorum. Bu birinci büyük atılım, yani Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları Bildirgesi’nden bu yana gerçekleşen ikinci büyük atılım, eğitim alanına kadın sorunsalını koymak ve lisans düzeyinde öğretmektir. Doktora değil; lisans. Orada da yine belirli üniversiteler önderlik etmektedir. California her zaman uç fikirlerin ülkesidir ve bu konuda da California etkilidir. Annelerinden, babalarından duyduklarını bu sefer çocuklar daha ayrıntılı bir şekilde öğrenmek istiyorlar. Ve ondan sonra üçüncü dalga geliyor. Üçüncü dalga, 2000’lerden sonra ortaya çıkıyor. Burada artık cinsiyetçilik ve ırkçılık birarada ele alınıyor. Yani, yavaş yavaş bu ayırıcı cinsiyetçilik, aynı zamanda toplumda mevcut olan diğer ayrımcılıklarla birleştiriliyor. Çünkü ırkçılık da, yabancı düşmanlığı da aynı şekilde belli grupları ötekileştiriyor.
Şimdi, Türkiye’de bunun öncülüğünü yapan kişi aramızdadır. Ve ben o kadar seviniyorum ki Necla (Arat) Hanım burada ve her zamanki gibi faal ve çalışkan. Necla Hanım’la ilk karşılaşmamız 1975 yılına dayanır.
1975’te İstanbul’da bir Kadın Konferansı düzenlemiştim başka arkadaşlarla beraber. İşte Necla Hanım ona katıldı. Ondan sonra bir adım daha atıldı ve 1990’dan önce Harbiye’de Cemal Reşit Rey Salonu’nda bir toplantı yapıldı ve biz orada kadın sorunsalını tartışalım dedik, fakat aynı zamanda tüm siyasi partilerin önderlerini davet ettik. Sizin programlarınızda kadınların nasıl bir yeri var, diye sorduk. Eksik olmasın Süleyman Demirel, Erdal İnönü, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş hepsi geldiler. Geldiler, çok güzel dediler, ama tek bir somut ilke ve prensip olmadığını gördük. Bize, siz cici çocuklarsınız muamelesi yaptılar. Fakat biz bununla yetinmedik ve o toplantıların bir sonucu olarak Çağdaş Yaşam Derneği kuruldu.
Çağdaş Yaşam Derneği, bu konuları kısmen yahut farklı bir şekilde benimsedi ama kamuoyunda hareket yarattı. Nasıl ki Amerika’da bu kadın sorunsalı bilinçlenme grupları oluşturmakla doğduysa, Türkiye’de de 1990’lardan sonra bir bilinçlenme hareketi oldu. Şimdi bugün bakıyorum, dinleyiciler benim gönlümün istediği kadar çok değil; ama o zaman benim düşünemeyeceğim kadar çok.
Şimdi tabii gözüm daha büyük rakamlarda; çünkü bugün durum, o zamandan daha vahim. Yani bir memlekette 2014'te 281 kadın öldürülürse, bu durumu akıl almaz. Bu rakamları veren genç bir gazeteci, Çiçek Tahaoğlu diyor ki, “İşin hazin tarafı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti doğumla ilgili istatistik veriyor, boşanmayla ilgili istatistik veriyor, evlenmeyle ilgili istatistik veriyor; ama cinayetle, öldürmeyle ilgili istatistik vermiyor.”
Bu tabii çok düşündürücü bir şey. Bu, örtbas edilemez çünkü o kadınlar gitmiştir. Ve bir örnek veriyor. Bir sürü katiller ifadelerde bulunmuşlar. Bir tanesinin ifadesi ise şu şekildedir: “Eti yeteri kadar tuzlamamış. Onun için kızdım ve öldürdüm.” Ve bu kadar basit. Demek ki her zaman yemeğin tuzuna bakmak lazım.
Şimdi ben uzatmayayım fazla. Üçüncü evreden sonra, bir de bayrağı ODTÜ eline alıyor ve ODTÜ’de iki yıllık bir anabilim dalı kuruluyor. Sayın Profesör Yıldız Ecevit o disiplini, orada diğer kadınlarıyla birlikte fevkalade bir şekilde geliştirdi. Necla Hanım’ın İstanbul Üniversitesi’nde attığı tohum böylece Ankara’ya sıçradı ve orada da büyüdü. Her zaman çok övündüğüm ve gurur duyduğum, benim öğrencim Serpil Sancar, ben emekli olduktan sonra benim kürsüme geçerek, sadece Ankara Üniversitesi’nde KASAUM (Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi) kurmakla kalmayıp, birkaç ay önce, 150 senelik erkek hakimiyeti olan Mülkiye’de tabuları yıkarak dekan olmuştur. Oy çokluğuyla bu durumu sağlayanlar da erkeklerdir. Bu demek oluyor ki, katiyyen kötümser olmamalıyız. Mutlaka ağır aksak, topallaya topallaya ileriye gideceğiz. Tabii bu arada çok güçlükler olacak. Fakat bir yerde bu çözülecektir.
Şimdi bir noktaya daha değineyim. Türkiye’de protesto, anayasal bir haktır. Hiçkimseye zarar vermeden fikrini açıkça söyleyebilmek, ifade hürriyeti bir haktır. Bu hürriyet bizde fazla kullanılmıyordu. Ama zaman zaman, şimdi çok daha aktif bir şekilde insanlar bu protesto hakkını kullanıyor ve çok da etkili oluyor. Bunun en son örneklerinden bir tanesi şudur. Birleşmiş Milletler’de kadın meselesi ile ilgili en önemli komisyon, ECOSOC denen komisyondur. Bu komisyon, Beijing Dünya Kadın Kongresi’nde, 1995’te kadınlarla ilgili birtakım hedefler koymuştur. Kızların eğitimi, çocukların sorunları, kadına karşı şiddet hareketlerinin önlenmesi, kırsal alanda yaşayan kadınların eğitilmesi gibi. Bu komisyonun en son aldığı kararlardan bir tanesi de, üye devletlerin hükümetlerinin bu hedefleri yerine getirip getirmediğini incelemek üzere bir denetim organı kurmaktır. Bu denetim organının adı da Grevio’dur.
Bu denetim organının dünyaya gelmesi, saygıdeğer Profesör Feride Acar’ın kanaviçe işlercesine uğraşmasıyla oldu. O denetim organının resmi adı, İstanbul Protokolü’nü Uygulama Komisyonu’dur. Çünkü İstanbul da imzaladı ve ilk imzalayan devlet de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Şimdi insan ne bekler? Bu hanım arkadaş üzerine uğraşmıştır ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti temsilcisinin de o olması beklenir. Ben geçen ay Ankara’ya gittiğim zaman, o karar yeni yayınlanmıştı. Ancak Türkiye Temsilcisi olarak başka bir arkadaş düşünülmekteydi. Ben bu duruma isyan ettim, çünkü doğru değildi. Fakat, demek ki isyan etmenin de bir faydası var. Çünkü şimdi bir e-posta geldi ve Feride Acar bu pozisyona başvuruda bulunmuştur ve böylece bu komisyonun başına kendisi geçmiştir. Demek ki protesto etmenin bir yararı var. Tabii başımızı belaya sokmayacak şekilde, iyice dikkat etmek gerekir. Belki hukuk fakültesine tekrar kaydolup, tekrar hukuk okumak gerekir ki haklarımızı bilebilelim. Ama devam edeceğiz.
Bana söz hakkı veren bu organizasyonda emeği olan tüm arkadaşlara teşekkür ediyorum. Şunu söylemek istiyorum: birtakım fantezi çalışmaları bir yana bırakalım. Yani Fransız felsefe ekolünde birtakım yazarlar, başta tabi Simone De Beauvoir, feminizmle ilgili bir sürü teoriler geliştiriyor. Hepsi tabii ki çok mühim. Fakat Türkiye’de yangın var. Kadınlar öldürülüyor. Onun için benim bundan sonra karar sahibi olan öğretim üyelerine önerim, fakültelerinde bol bol sosyal antropoloji çalışan elemanlar alsınlar; bu erkek milletinin neden bu cinayetleri işledikleri araştırılmalı. Bu insanlar gitsin ve bu erkek milletinin hangi bahanelerle bu kadınları ezdiklerini bize aktarsınlar. Aktardıkça belki erkekler bir yerde utanacaklar ve önlerine bakacaklardır. Yoksa, bu başka türlü olmaz. Büyük meselemiz, ulus ötesi bir iletişim dünyasının içinde yaşıyor olmamızdır. Modernite üzerimize yağıyor, erkeklerimiz bunu kabul etmiyor ve hala eski, ataerkil değerlerle bizleri ezmeye devam etmek istiyorlar. Buna imkan yoktur. Bunu en iyi anlayanlardan biri de bizim Cumhuriyet’imizi kuran Mustafa Kemal ve arkadaşlarıdır. Bunu lütfen unutmayın ve bana farklı özgürlükler olduğunu söylemeyin. Özgürlük tektir.
Çok teşekkür ederim. (NAU/HK)
* 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kapsamında İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma Uygulama Merkezi (KSAUM) tarafından düzenlenen “Türkiye’de Üniversitelerde Kadın Araştırmalarının Belleği ve Kurumsallaşması” adlı panele konuşmacı olarak davet edilen Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat’ın “Birleşmiş Milletler’in Kadın Yıllarından Hareketle Kadın Araştırmaları Nasıl Bir Disiplin Oldu?” başlıklı konuşmasının tam metnidir.
** Oturum başkanlığını Prof. Dr. Çiğdem Kayacan’ın yaptığı panelde Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, Prof. Dr. Necla Arat, Prof. Dr. Fatmagül Berktay, Prof. Dr. Yıldız Ecevit ve Prof. Dr. Serpil Sancar konuştu.