Bugün 8 Mart 2012, yeni bir yüzyıldayız; konumuz ne edebi, ne felsefi ne de bilimsel, hatta o kadar hayati de değil. Biz de alıştık dünya da alıştı bu konuya. İşte, geçen yıllarda yayınlanmış raporlardan bazı veriler:
Avrupa Birliği ülkelerinde, her 5 kadından 1'i bir erkek bir partner tarafından şiddete maruz kalıyor; ve bunların içerisinde cinsel şiddet dahil evlilik içerisinde gerçekleşiyor. Her ay Fransa'da altı kadın partnerleri tarafından uygulanan şiddet sonucu yaşamlarını kaybediyor. İngiltere'de her ay sekiz kadın, Finlandiya'da ise yılda 27 kadın yaşamlarını kaybediyor. Türkiye'de ise günde bir kadın yaşamını kaybediyor.
Global olarak her üç kadın ve çocuktan bir tanesi yaşamı içerisinde dayak yiyor, cinsel şiddete maruz kalıyor. Kadınların yüzde 40 ve yüzde 50'si iş yerlerinde cinsel şiddet veya istenmeyen cinsel davranışlara maruz kalıyor. Dört milyon kadın insan tacirlerinin eline düşüyor ("trafficked") ve yaklaşık 500 bini Batı Avrupa'ya gönderiliyor.
Kadınlar hâlâ erkeklerden daha fazla ekonomik zorluklarla karşılaşıyorlar. İngiltere de kadınlar erkeklerden yaklaşık olarak yüzde 14 daha az kazanıyorlar. Liste böyle devam ediyor.
"Kadınlık Durumu"nun içinde yaşadığı koşullar kurumsal yapılar için böyleyken, kurumsal yapıların karşılığı olan dilsel-yapılarda, yani göstergelerde de durum çok ilginç. Sadece bir araştırmadan örnek vermek gerekirse; Xialon Lei, "Sexism in language" adlı makalesinde sadece İngilizcedeki bu ayrımcı ve hatta bunun ötesinde asimetrik stereotip kadın aşağılanmasından söz eder.
Bir örnek daha, "man" yani "erkek" kelimesi generic olarak kullanılır. Yani erkek hem kadını hem erkeği kapsayacak nitelikte bir isim veya zamir olarak kullanılır. (he/him/his bunlarda kadını da içine kapsayıcı bir şekilde kullanılmaktadır).
Özellikle suffixes/ekler -man, -ette, -ess, -trix mesleki kelimeler ve meslek isimleri asimetrik isimlendirme pratiği olarak kullanılan ve kadına yönelik stereotipik önemsizleştirme ve karalama tekniği olarak kullanılır.
Örneğin Poet/şair kelimesinin kadınlar için kullanılan biçimi Poetess, buradaki -ess eki "küçültme" anlamı da verir. Yani aslolan şair erkek olanıdır, kadın olanı ise "şaircik" tir. Aynı şekilde "actor" ve "actress" ikilemesi de böyledir.
Fakat "nurse" hemşire kelimesi erkekler için kullanıldığında "male nurse" erkek kelimesine vurgu yapılarak inşa edilir. Hemşirelik mesleği genel olarak bir kadın mesleği olduğu halde, burada erkekle bir dalga geçme ya da küçümseme yoktur, aksine "erkek" ön kelimesine vurgu vardır.
Fakat burada çok ilginç olan şu: Kadından herhangi bir şekilde söz edildiğinde "kadın" kelimesine vurgu yoktur varsa da pozitif bir anlam biçiminde değil, yani kadın yoktur "nurse" kelimesinin içinde saklıdır.
Male nurse'te ise "erkek" çok açık ve bariz bir şekilde vurgu almıştır. İşte kadının toplumdaki yeri de bundan çok farklı değildir. Hep gizlidir, tahmin edilendir. Her şeyin sahibi olsa bile "master" yani "host" sahip kelimesinin "feminine"i gibi "mistress"/"hostess" gibi "lover" yani "erkeğe bağlı kadın" olarak geçer.
Aslında karmaşıktır, "mistress" hem evlilik dışı ilişki yaşayan kadın, hem sahip, hem de evli olan kadındır.
Peki neden bu kadar karmaşık ve bu karmaşa şimdi neye dönüştü?
"Mrs." evli kadın olarak yerleşti İngilizceye, ama içinde sakladığı ve her gözün görmediği bir sürü sorunsallık var.
Yaratıcı kadın
Politika yapamamanın bedelini hayatlarıyla ödüyorlar kadınlar. Virginia Woolf'un "Kendine Ait Bir Oda" adlı politik-etik kitabını bile sıradan bir edebiyat kitabına dönüştürdüler. Okusalar da okumazsalar da bu kitap çok az kadının hayatında filizlenip çiçek açıyor. Kuşkusuz bunun birçok nedeni vardır ancak biz bunlarla ilgilenmiyoruz.
Bize gerekli olan daha çok çalışmak ve daha çok kavga etmek. Woolf bu kitabında şu önemli soruyu sorar: "Shakespeare'in Judith adında son derece yetenekli bir kız kardeşi olsaydı neler olurdu?" (Woolf, 1992: 54)
Olacakları, Woolf şu şekilde açıklar: Judith'in bütün yetenekleri görmezlikten gelinir ve okula gönderilmezdi. Bunun aksine Shakespeare, eğitiminde ilerleyip tiyatro ve yazın dünyasında saltanatını kurardı.
Judith evliliğe karşı çıktığında ise babası tarafından dövülürdü. Sonunda Judith intihar eder ve hayatıyla birlikte bütün yaratıcılığı da sona ererdi.
Judith'in intiharını bir metafor olarak ve onun yaratıcılığını entelektüel becerileri olarak ele alırsak, onun aslında yaratıcı bir kadın olarak her gün ve her yerde intihar eder.
Sokakta, erkeklerin bakışları arasında, işyerinde menajerlerinin otoritesi ve aslında görünmeyen ayrımcı şiddeti altında, evde babası ve erkek kardeşleri tarafından vs.
Kadından, biz kadınlardan söz ediyorum; ancak modaya uygun olarak onu ne psikanalize ne de kör bir yüceltmeye tabi tutmak istiyorum. Yeterince dik duramadığımızdan, yeterince güçlenmediğimizden, yeterince silahlanmadığımızdan üzerimize şiirin yıkıldığı biz kadınlardan söz ediyorum.
Biz kadınlar ki hâlâ savaşlarla dolu dünya tarihinde, gecikmiş kavgamızı verememenin bedelini ödüyoruz. "Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?" sorularını da pek ciddiye almadığımızdan hâlâ güçlü bir politikamız da olmadı.
Eril cins karşısındaki tarihsel yenilgimizi tüketemediğimizden yeni bir kavgaya da girişemiyoruz. Bu yüzden de hâlâ bitmez tükenmez yaşam-acısının yeryüzüne dağılmış tohumları gibiyiz. Ya ağlıyoruz ya ölüyoruz; en iyi halde, erkeklerin belli bir şu veya bu haline indirgenerek ölçülüp biçiliyoruz. Daima ya şöyle ya da böyleyiz. Her gün yeniliyoruz ve yine yeniliyoruz.
Yazın ve eğitim alanları dâhil birçok alanda kendini ispatlayan kadınlar maalesef eril cinsin hükmüne ve hegemonyasına son veremiyorlar.
Şimdi de kadın entelektüeller yetenekleriyle beraber farklı zorbalıklara maruz kalıyorlar. Modernitenin içindeki kültürel-imajlar altında saldırı ve şiddete maruz kalan kadınlar gidip kimseye dertlerini de anlatamıyorlar. "Çünkü onun profesyonel bir mesleği var, çünkü erkekliğe sığmaz," vb. ön yargılar yüzünden şikayet mekanizmalarını çalıştıramıyorlar veya yeterince ciddiye alınmıyorlar.
Öyleyse şunu öneriyorum. Ölmemek için daha becerikli yaşamak! İntihar etmeyen, aksine, hayatta kalmak için kadınlar nasıl bir mücadele verecekler?
Bugün için daha direnişçi biri olmak için nasıl yeni kadın olunur?
Eril cinsin topyekün savaşına karşın kendi kavgalarını nasıl yapacak kadınlar?
Bu kavgalarını sonuçlandırmak için hangi silahları kullanacaklar? İşte temel sorularımız bugün bunlardır?
O halde kadınlar, kendi dillerinde kendilerini baştan sona yeniden yaratmalıdırlar. Bu kavganın her yerde olduğunu vurgulamakta fayda var. Bir türlü değişmeyen, hiçbir işe yaramayan, "kadına yönelik şiddete karşı" sürdürülen pasif hak-hukuk rejiminin yerine de daha güçlü politikalar uygulanmalı.
Umarım bu 8 Mart, değişmesi gerekenler için yeni bir uyanış olur. Artık kadınlar hayatın tüm şanslarıyla karşılaşmak için sokaklara dökülmeliler, "Bu erkek dünyasını ele geçirmek için." (BY/HK)
* Birgül Yılmaz, PhD in Linguistics- SOAS, University of London