Gazetecilik, hem Türkiye hem de Kürdistan’da yıllardır yoğun hak ihlalleri ve baskıların yaşandığı bir meslek. Gerek siyasi süreç ve ekonomik krizlerde, gerekse savaş süreçlerinde çalışma yürüten onlarca gazeteci, mesleğin getirdiği rol ve misyonu üstlendikleri için katledildi, tutuklandı ya da işkenceye maruz bırakıldı. Özellikle 90’lı yıllarda ayyuka çıkan bu baskılar, aradan geçen 30 yıla rağmen hala sürüyor.
5N1K’nin yanına etik ve vicdanı ekleyerek mesleğini sürdüren binlerce gazeteci, bugün bu baskıları hala yaşıyor. Özgür basın da bu mücadelenin başında geliyor. Halkın yaşadığı ihlalleri ve işkenceleri kamuoyuna yansıtmak isterken sistematik olarak dönemin iktidarlarının hedefinde olan özgür basın çalışanları, gerçekleri açık bir şekilde kamuoyuna sunduklarında ya yargı tacizine maruz bırakıldı ya da tehditlerle alandan uzaklaştırılmak istendi. Ape Musa (Musa Anter), Hafız Akdemir ve daha onlarca gazeteci bu mesleği yaptıkları için katledildi. Baktığımızda, bugün konuştuğumuz baskılar 30 yıl önce de aynı yöntemlerle uygulanıyordu. Aradan geçen zamana rağmen hiçbir şeyin değişmediği ülkede, tıpkı mirasını devraldığımız gazeteciler gibi biz de mücadele etmeye devam ediyoruz. Bu mücadeleyi verirken ırk, dil, din ve cinsiyet ayrımı yapmadan, gerçekleri esas alarak yol yürüyoruz. Geçmişte bu hakikatlerin karanlıkta kalmaması için bedel verenlerin hem sözleri hem de çalışmaları bugün yolumuza ışık tutuyor.
Okuyarak, dinleyerek ya da izleyerek bahsettiğim bu tarihin bir benzerini yaşamak bizim için çok da sürpriz değil. Ülkenin içinden geçtiği siyasi sürece göre iktidarın da gazetecilere ve özgür basına dönük politikası sürekli değişim gösteriyor. Bu süreçler neredeyse yıllardır tekerrür ederken, sansür ve yargı tacizi ile baskı altına alınmak istenen gazeteciler her şeye rağmen yazmaya ve çekmeye devam ediyor. Ben de kendi alanımda yüzlerce arkadaşımla beraber bu geleneği devam ettiren kadın gazetecilerden biriyim. Henüz 18 yaşında üniversite öğrencisiyken 2015 yılının Kasım ayında dünyanın ilk kadın haber ajansı olan JINHA’da çalışmaya başladım. Yoğun bir süreçte iş başı yaptığım için neredeyse hiç büroda kalmadım. O dönem Sur’da yaşanan çatışma süreçlerini ve Amed’de toplumsal eylemleri yakından takip ettim. Mesleğe başladığımda aklımın ucundan bile geçmeyecek şeyler yaşadım, gördüm ve yazdım. Yazdığım her haber, çektiğim her fotoğraf ve hikâyesini dinlediğim her insan bugün deneyim olarak benimle yürüyor.
Haberi Savunmak
Sahada kadın gazeteci olmak
Bir gazeteci olarak yaşanan zorlukların yanı sıra, bir de Kürdistan’da Kürt bir kadın gazeteci olarak yaşadığımız baskılar çok daha yoğun. Hem Kürt hem kadın hem de gazeteci olmanın getirdiği çok sayıda zorluk -ki bunu kadın meslektaşlarım çok iyi anlıyordur- aradan geçen 10 yıla rağmen hiç eksilmedi. Ülkede hem kadınlara hem de Kürt halkına yönelik sindirme politikaları, sahada çalışırken her adımda bize de yansıyor. Bu durum, benim gibi sahada çalışan binlerce kadın gazeteci açısından da farklı değil. Sahada çalışmaya başladığım ilk dönemlerde, erkek, devlet ve yargı şiddetini doğrudan yaşayarak gördüm.
Yakın bir örnek vermem gerekirse, Batman Belediyesi’ne kayyım atanmasının ardından kentte haber takibi yapan gazeteci arkadaşımız Pelşin Çetinkaya, gazeteci olduğunu defalarca ifade etmesine rağmen darp edilerek ve hakarete uğrayarak gözaltına alındı. Aynı gün, bizim de işimizi yapmamız engellendi ve polis tarafından tehdit edildik.
Bu Kasım ayında mesleğimde dokuz yılı geride bırakacağım. Bu süreçte karşılaştığımız tüm baskı, şiddet ve tehditlere rağmen yazmaya devam ettik. Kamuoyunun gözünü ve kulağını kapattığı Kürt halkına yönelik ihlalleri ve hukuksuzlukları bulunduğumuz her alanda yazdık ve çektik.
Siyasetin kendini tekrar eden bu döneminde, basına yönelik baskılar gibi halka yönelik politikalarda da ne yazık ki bir değişim yaşanmadı. Dün koruculuk baskısıyla köyleri yakılan halk, bugün de eko-kırım ve insansızlaştırma politikalarıyla karşı karşıya. Dün, gerçeği yazdığı için katledilen gazeteciler, bugün de yazdıkları haberler yüzünden tutuklanarak cezaevine gönderiliyor.
Bu politikaların değişmediği bir çağda büyümek ve hakikat sorumluluğunu üstlenmek bizim için onur verici bir duygu. Zorlandığımız, yorulduğumuz veya umutsuzluğa düştüğümüz her an, geçmişten gelen mücadele sayesinde yeniden güç buluyoruz. Çünkü iyi biliyoruz ki biz yazmazsak kimse yazmayacak. Bu nedenle burada yaşayan her kadının, çocuğun, tutsağın ve her ağacın; kısacası her canlının yaşadıklarını dinlemek ve aktarmak bizim için artık bir meslekten öteye geçmiş durumda. Çünkü ne normal bir bölgede yaşıyoruz ne de normal bir süreçten geçiyoruz.
Cezasızlık
Hakikatleri yazmanın ve işkenceyi duyurmanın bu devirdeki bedeli de cezaevleri ve sonu gelmez yargı tacizleri. Ancak bu yargı sürecine geçmeden önce, sahada çalışırken karşılaştığım ve daha önce de dikkat çektiğim erkek devlet şiddetine dair birkaç örnek vermek istiyorum. Elimde kamera, boynumda basın kartı varken katıldığım birçok eylem ve etkinlikte kolluk kuvvetleri tarafından darp edildim. Ne tesadüf ki (!), bu şiddeti ilk olarak 2016 yılında, 8 Mart Kadınlar Günü kutlamalarında yaşadım. İşkenceyle gözaltına alınmak istenen iki genç kadının fotoğraflarını çektiğim için iki polis tarafından önce darp edildim, ardından gözaltına alınmak istendim.
O dönemde, çatışmaların sürdüğü Sur ilçesindeki bir polis kontrol noktasında, bir kadın polis tarafından taciz edilerek aramaya maruz bırakıldım. Yine Sur’da, GBT yapılmasına rağmen dört polis tarafından sözlü ve fiziki şiddete maruz bırakıldım. Bugün bu coğrafyada, kadınlar bu şiddetle neredeyse her gün karşılaşıyor. Bu olayları okuyanlar için yaşadıklarım anormal gelebilir; aslında ilk başta bana da öyle gelmişti. Fakat cezasızlıkla sistematikleşen bu işkence uygulamaları bir an bile durmadı. 2017 yılının 8 Mart’ında da çekim yaparken yeniden aynı şiddete maruz bırakıldım. Bu süreç daha sonra soruşturmalarla devam etti.
6 Şubat 2023’te yaşanan ve büyük yıkıma neden olan deprem sürecinde onlarca kentte çalışma yürüttüm. Özellikle Maraş ve Malatya’da çoğu kez röportaj yapmamız polisler tarafından engellendi. Öyle ki Maraş’ta iki gazeteci arkadaşımla yurttaşların “Devlet yoktu” tepkisini çektiğimiz sırada bir polis önce yurttaşlara tepki gösterdi, ardından bizi linç ettirmeye çalıştı.
Sistematik dijital şiddet
Yine bu süreçteki ihmalleri haberleştirdiğimiz için sosyal medya üzerinden yoğun hakaret ve tehdide maruz bırakıldık. Sahada karşılaştığım baskıya, o dönemde dijital medya şiddeti de eklendi. Yaklaşık üç ay kaldığım deprem bölgesinde yaptığım haberlerden dolayı “Halka yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçlamasıyla hakkımda soruşturma açıldı. Şubat ayında açılan bu soruşturmadan haberdar edilmedim ve ifadeye çağrılmadım. Bir kayıp başvurusu nedeniyle gittiğim karakolda, hakkımda zorla getirme kararı olduğunu öğrendim ve savcılığa ifade verdim.
Bu soruşturmadan yaklaşık bir yıl sonra, 31 Mart yerel seçimlerinin ardından kayyım atanmak istenen Van’da, aynı tehdit ve işkenceler yeniden kendini gösterdi. Olaylara tepki gösteren Hakkârili bir gencin kolluk kuvvetleri tarafından işkenceye maruz bırakıldığı anları paylaşmam nedeniyle sosyal medyada yoğun ölüm tehditleri aldım. Bu tehditlerden ertesi günü, Van’da avukatların irade gaspına karşı yaptığı yürütüşte elimde kamera, boynumda basın kartı olmasına rağmen işkence görerek gözaltına alındım. Gazeteci olduğumu defalarca söylememe rağmen, kolluk kuvvetleri kayda aldığım işkence görüntülerini silmek için kameramı kırmak istedi. Kameramı vermeyi reddettiğimde hem fiziksel işkenceye hem de sözlü hakaretlere maruz bırakıldım. Basın kartımı boynumdan kopararak aldıktan sonra, ters kelepçe takılarak gözaltına alındım. Bu konuda açtığımız soruşturma ise “müdahale orantılı” denilerek takipsizlikle sonuçlandı.
Olaydan aylar sonra, Mazıdağı ve Çınar ilçesinde yaşanan ve 15 kişinin ölümüne yol açan yangın hakkında yaptığım haber paylaşımı da bir ihbar üzerine soruşturma konusu oldu. Ne yorum ne de ekleme yaptığım bu haberde yalnızca bir yurttaşın gerçekleri söylediği bir videoyu paylaşmama rağmen, geçen ay hakkımda bir soruşturma açıldı. Üç farklı soruşturmada hakkımdaki suçlamalar hep yaptığım haberler ve haber videolarıyla ilgili oldu. Kimi zaman ihbarla, kimi zaman da Siber Suçlar Şube Müdürlüğü’nün raporlarıyla açılan bu soruşturmalardan ikisi takipsizlikle sonuçlandı.
Yaptığım paylaşımların mesleki faaliyet kapsamında olduğunu belirtmeme rağmen, kamuoyunu ilgilendiren pek çok haberde halen aynı tacizlerle karşılaşıyorum. Özellikle sosyal medyada, gerçekleri sindiremeyen bir güruhun sistematik dijital şiddeti aralıksız sürüyor. ‘Kürt’ dediğimizde, ‘Kadın’ dediğimizde ve ‘Hak’ dediğimizde başlayan bu şiddet, cezasızlıkla desteklendiği için önü alınamıyor. Açık hesaplardan ölüm tehditleri, hakaretler ve silah fotoğrafları paylaşanlara yönelik avukatlarla yaptığımız çok sayıda suç duyurusu da “Somut bir delil yok” denilerek takipsizlikle sonuçlandı. Yaptığımız bir haberi tehdit sayıp hakkımızda soruşturma açan yargı, bizi ölümle tehdit eden açık isimlere dair ise somut delil bulamadı.
Kalan bir soruşturmadan da aynı sonucun çıkacağı aşikâr. Bir gazeteci haber yaptığı için ifade veriyor ve yargılanıyor. Bu yargı tacizlerinin yanı sıra sahada yaşanan engellemeler de bugün hem Diyarbakır hem de bölgedeki diğer gazeteciler için aynı sorun. Bir müdahale anında ya da gözaltı işleminde, kalkanlarla gazetecilerin görüntü alması engelleniyor. Karşı çıkıldığında ise gazetecilere “Talimat o şekilde” cevabı veriliyor. Bu talimatın kim tarafından verildiğine dair bir belge de sunulmuyor. Kolluk kuvvetleri, açıkça keyfi bir tutumla hem iş yapmamızı engelliyor hem de bu engelle karşı çıktığımızda işlem yapıyor veya zor kullanıyor.
Duyulmayanların sesi olmak için…
Bölgede sıklıkla kadın, toplumsal cinsiyet, ekoloji ve çocuk hakları odaklı haberler yapıyorum. Kadına yönelik şiddet ve katliam haberlerinde çoğu zaman fail erkek veya akrabaları tarafından sözlü şiddet ve tehdide maruz bırakılıyorum. Takip ettiğim kadın cinayeti duruşmalarında da bu şiddet sıklıkla devam ediyor. Yine, sahada teşhir ettiğimiz fail erkekler de cezasızlık politikasından güç alarak kadın gazetecilere yönelik tehditlerini sürdürüyor.
Failin erkek değil, sermaye şirketleri olduğu haberlerde de bu durum pek değişmiyor; ekolojik talana yol açan bu şirketler bazen çekim yapmamıza izin vermiyor bazen de kendilerine tepki gösteren halka ulaşmamızı engelliyor. Kısacası, halkın çıkarlarını önemsediğimiz ve seslerini duyurmak istediğimiz her platformda, erkek-devlet şiddeti gerek alanda gerek dijital medyada karşımıza çıkıyor. Bu baskıların neden yapıldığını iyi biliyoruz. Karşımızda sindirme, susturma ve kendi medyasını oluşturma hedefiyle ihlal ve krizlerin duyulmasını istemeyen bir sistem var. Bu hedefe de gazetecileri susturarak ulaşmak istiyorlar.
Ancak tüm bu baskılara rağmen, yazmaya ve çekmeye dair inancım dimdik ayakta. Ne olursa olsun, kadınların ve çocukların hakları, işkence gören tutsakların ve tüm canlıların hakları için; en çok da sesini duyuramayanların sesi olmak için sahada olmaya devam edeceğiz. Basit suçlamalar ve sindirme amaçlı tehdit politikalarına rağmen, kadın meslektaşlarımız ve yaşamın her alanında mücadele eden kadınlarla birlikte burada olmayı sürdüreceğiz.
(MM/VC)