İnsanın annesiz büyümesi kolay bir şey değil. Öykülerimde kadınlara çok yer veriyor olmam, kadınları anlamak istemem annemi anlama çabasıdır belki. Çünkü bilirim ki hiçbir anne çocuğunu bırakıp gitmek istemez. Anlamak istiyorum. Çünkü anladığımız zaman daha kolay. Başka bir dünya kurulacaksa bu kadın merkezli olacaktır diye düşünüyorum. Çünkü barış dilini kadınlar kuracaktır. Eril dünyanın getirdiği yıkımı görüyoruz. Kadınların iletişim becerilerinin, duyumsamalarının ve vicdanlarının hem bizleri hem dünyayı hem de kendilerini ne kadar zenginleştirdiğini de görüyoruz. Başka bir dünya kurulacaksa bunun öncüsü kadınlar olacaktır.
Ergür Altan. 1976, İzmir doğumlu. "Derviş'in Kavalı ve Felsefe Dersleri" kitabının yazarı. Öykü anlatıcısı. Aynı zamanda sinema ve müzik alanlarında yeni projeleri olan üretim sevdalısı, 21 yıllık bir öğretmen.
Hep derdim ki "Öğretmen olursam ilk görev yerim doğu, güneydoğu olsun. Seve seve giderim." Öyle de oldu zaten. Başka istediğim şeyler bu kadar çabuk olmuyor! (Gülüyor)
İlk görev yerim Nusaybin'di. 90'lı yılları biliyorsunuz, bölgedeki çatışmaların çok yoğun olduğu yıllardı. Batıdaki dostlar haklı gerekçelerle gitmek istemediler. Belki önyargılar girdi, medyanın baskınlığı girdi, belki yaşanan çatışmalar, acılar girdi araya. Ben oraya isteyerek gittim. Nusaybin'de birinci sınıfları almıştım. Dediler ki "Hocam siz önümüzdeki yıl başka bir yere gidersiniz." Hayır, dedim. İkinci sınıflara geçtim. Dediler "Artık bu yıl gidersiniz." Hayır, dedim. Üçüncü yılım, üçüncü sınıfları aldım, dedim "Artık sormayın, gitmiyorum bir yere." (Gülüyor.) Dördüncü sınıfta artık onlar da kabul ettiler. "Tamam hocam, biliyoruz, artık aklımızdan bile geçmiyor."
Biliyorsunuz o bölgede çok çocuklu aile yapısı yaygındır. Beşinci sınıfı bitirdiğimde okuttuğum çocukların kardeşlerini bana vermek istediler. "Yok" dedim, "bu sefer gidiyorum. Ama batıya değil, Tunceli'ye." Benzer şeyler Tunceli'de de oldu. Yine birinci sınıfta aldım çocukları. "Gidiyor musunuz? Hayır, gitmiyorum. Gidiyor musunuz? Hayır yahu, gitmiyorum..." Aynı durum.
Tunceli, Alevi kültürünü yoğun olarak şehir merkezinde de yaşatan tek şehir. Orada Alevi kültürü ile tanıştım. Kadına, kız çocuklarına karşı saygı ve esneklik var. Biliyorsunuz, okuryazarlık oranı çok yüksektir Tunceli'de. Onun getirdiği bir esneklik var. Bana karşı da insanlar çok sıcaktı. Orada iktidarın (iktidardan kasıt sadece devlet değil, medya ve hâkim bakış açısının) dayattığı öğretilerle bölgede yaşananların taban tabana zıt olduğunu gördüm. Bölgede yaşanan acıları bizzat deneyimleyerek, görerek, birbirimize sarılarak, birbirimizle kucaklaşarak duyumsadığımızda benim bakış açım bölgesel olmaktan da çıkarak evrensel bir hal aldı. Bölgede kadın olmak, bölgede çocuk olmak, bölgede o feodal sistemin dışına çıkmaya çabalayan erkek olmak nedir, bunları gördüm. Ben yazılarımda, hikâyelerimde trans canlarımızdan, seks işçilerinden bahsederim. Trans canlarımızın çoğu doğu veya güneydoğudan gelir. LGBTİ+'nın büyük bir kısmı bu bölgeden gelir. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Feodal yapının, cinsiyet dayatmalarının getirdiği büyük bir sıkışma var bölgedeki gençlerde. Bu hâlâ devam ediyor. Dolayısıyla bölgede öteki olmanın, dışlanmanın ne demek olduğunu bizzat öğrendim. Ve yerelden evrenselliğe doğru bakış açım değişti.
Ayrıca Kürtçe öğrendim. Ara ara muhabbeti olur, "Aa hocam Türkçe öğretmeye gittin, Kürtçe öğrendin!" derler. Oradayken Babalar Günü'm Kürtçe kutlandı, yılbaşımı Kürtçe kutluyorlardı, Nevroz'umu Kürtçe kutladılar. Biz hep birlikte öğrendik. Çocuklar da yalnızca öğrenerek değil, aynı zamanda öğrettiklerini bildiklerinde daha mutluydular. "Biz öğretmenimizin öğretmeniyiz!" diye sevinirlerdi.
Evim herkese açık
Ben annemi hiç tanımadım. Sanırım babamla yaşadığı sıkıntılardan ötürü beni doğurduktan bir süre sonra evi terk etmiş, başka insanla gitmiş. Bir üvey annem oldu, o da beni çok sahiplenemedi. Belki kendince haklı gerekçeleri vardı. Babam da çok sahip çıkamadı bana. Üvey annemle daha dayanışma içinde oluşumuz onun yaşlılığında oldu. Yatalak hale gelmişti annem, hem Parkinson, hem demans hastasıydı. Bakıma ihtiyacı vardı. Kıyamadım ben de. Seneler sonra attığım bir adım oldu. Geçen sene bağışlanmış bir şekilde veda etti dünyaya.
Çocukluğumdan beri çok ev değiştirdim ben. Bilirsiniz; çocuklar doğar, en azından üniversiteye kadar anne baba veya akraba, aile çatısı altında yaşar. En azından Türkiye'de böyle. Ben de daha çocukken akrabadan akrabaya geçtim, sonra da hep yurtlarda kaldım. Evsizlik değil belki ama yuvasızlığın ne olduğunu çocuklukta öğrendim. O yüzden hep derdim ki "Benim bir evim olduğunda herkese açık olacak." Yaşadığım her şehirde de öyle oldu nitekim. İzmir'de mesela evime gelenlerin yüzde sekseni, doksanı kadındır. Bunların içerisinde öğrenciler var. Seks işçisi arkadaşlar var. Beni abisi olarak görüp barınma sorunu yaşarken kapımı çalan kişiler bu insanlar. Bunu bölgede, köylerde, taşrada pek göremeyiz ama şehirlerin en önemli sorunlarından biri barınma sorunudur. Üstü örtülü bir sorun bu. Çok açık edilmeyen bir sorun. Benim yaşadığım evsizlik sorununu başkaları da yaşasın istemiyorum. Elimden geldiği kadar artık...
Engelsizlik
"Karma engelliyim" diyor Ergür Hoca. Ortopedik engeli var. Yürürken koltuk değneğinden destek alıyor. Görme oranı % 15, duyma oranı % 50. İki kulağında da işitme cihazı var. Nusaybin'de görev yaptığı sırada birtakım işkencelere maruz kaldığından zamanla işitme kaybı artmış.
90'lı yıllarda bölgedeki öğretmenler üzerinde ciddi dayatmalar vardı. Her iki taraftan da vardı. Hem devletten hem kontrgerilla dediğimiz yapıdan. Bu kendi içinde biraz karmaşık bir sorundur. Şimdi biraz daha şeffaflık var ama o dönem kimin ne olduğu belli olmayan dönemlerdi. O dönemde yaşatılan fiziki dayatmalar sebebiyle görme ve işitme kaybımın derecesi yükseldi. Uzun zamandır birbirini göremeyen kişileri buluştururdum evimde. Gizli gizli kucaklaştıkları bu buluşmalar sandığımız kadar gizli kalamamış belli ki. Birileri ihbar etti sanırım, o yüzden birtakım işkenceler yapıldı.
Bölgede öğrendiğim evrensellik aslında bunu da kapsıyor. Engelsizlik. Sınırsızlık. Ben yazılarımda da buna çok değinirim. "Başka bir dünya mümkün". Biliyorsun, böyle bir konsept var. Önce kendi kafamda oturttuğum "başka bir dünya mümkün" fikri ilk Nusaybin'de kendine yer buldu. Dersim'de de öyle. "Başka bir dünya mümkün" derken önce kendi içimizde o dünyayı kurmamız gerek. Sonra o dünya büyüyor zaten, kocaman oluyor.
Engelli statüsünde görev yapıyorum. Mesela şu an çalıştığım yerde mobbing'e maruz kalıyorum. Fiziksel koşullarımın karşı tarafta önyargı oluşturduğunu görüyorum. Benim hakkımda alaycı konuşmaların olduğunu; bunu bizzat şube müdürlerinin, müfettişlerin yaptığını biliyorum. Günlük hayatta daha iyi yürümek isterdim tabii. Ben bütün gün bel ağrısı çeken bir insanım. Ama devam eden bir hayat var. Planladığım projelerim var. Böyle bir sağlık sorunu var diye kendimi geri çekmek "başka bir dünya mümkün" diyen birine yakışmaz. Ben elimden geldiğince üretimin içinde olmaya, dostlukların, iletişimin içinde olmaya çalışıyorum. Birbirimizi duyumsayabildiğimiz insanlarla tabii. Çünkü sorunlar devam ettiği gibi mücadele de devam ediyor. Ama mücadele sorunların çok çok ötesinde. Yere bakarsak taşlar, çukurlar görürüz ama ileriye bakarsak o çukurların, bariyerlerinden üzerinden atladığımızı da görürüz. Yapacak bir şey yok. O bariyerleri atlayacağız. Yapabildiğimiz kadarıyla en azından.
Projeye ait sosyal medya hesapları: https://www.instagram.com/autruitr
Fotoğraf / Yazan: Sinem Taş
Editör: Perçem U. Yıldızbaş
(ST/AÖ)