Türkiye gündemini uzunca bir süredir meşgul eden Ergenekon davasında merakla beklenen iddianame en sonunda hazırlandı ve böylece yargı süreci başlamış oldu.
İddianamenin içeriği ve kapsamı nedeniyle –“Hayata Dönüş” davasında olduğu gibi, bir şekilde zaman aşımına uğramaz ise– yıllarca sürmesinin şaşırtıcı olmayacağı dava sürecinde hamurun ne kadar yoğrulacağını ve su kaldıracağını tahmin etmek kolay değil.
Üstelik, söz konusu hamurun “ekmek yoksa pasta yesinler!” mantığıyla mı, yoksa, Türkiye’nin kronikleşmiş demokratikleşme sorunlarına gerçekten çözüm getirmek amacıyla mı yoğrulduğunu henüz tam olarak bilemiyoruz.
Dolayısıyla, dava süreci ve sonucu hakkında sağlıklı değerlendirme ve tahminlerde bulunmanın şu an itibariyle pek de mümkün olmadığını bilerek, Türkiye’nin bu noktaya neden ve nasıl geldiğini, Türkiye’deki yasama, yürütme ve yargı organlarının bu noktada nasıl işlemesi gerektiğini kısaca değerlendirmenin şimdilik yeterli olacağı düşünülebilir.
Ertelenen sorunlar katlanarak su yüzüne çıkıyor
Her şeyden önce, yüzlerce sayfa ve onlarca klasörden oluşan bir iddianamenin tartışılacağı, yine onlarca olayın çözülmesinin beklendiği ve belki de yüzlerce sanığın yargılanacağı dava sürecinin içinden çıkılmaz bir hâl almasının en önemli tarihsel nedenini not etmek gerek:
Türkiye’de, öncesi de dahil olmakla birlikte özellikle 1980’den bu yana aralıklarla gündeme gelen darbeciliğin, siyaset ve yasa dışı sözde çözüm arayışlarının, eylem ve faaliyetlerin hasıraltı edildiği, ciddi bir şekilde soruşturulmadığı ve yargılanmadığı gerçeği.
Zira Türkiye’de, bırakalım “teşebbüs aşamasında kalan” müdahaleleri, iktidara doğrudan el koyan 80 darbesinin kendisi bile yargılan(a)madı.
Dahası, kendilerine fahri unvanlar bahşedilen darbeciler üniversitelere konuşmacı olarak davet edildiler ve içlerinden ressam sıfatı yakıştırılabilen biri 2000’li yıllarda bu sefer “özel” televizyon kanallarının kameralarına baka baka “yaptım, aynı şeyler olsa yine yapardım!” diyebildi.
Ondan sonra gelen Susurluk gerek dokunulmazlıklar gerekse de başka nedenlerden ötürü esaslı bir yargılamanın konusu olamazken, 28 Şubat andıçcıları ise hiç mahkeme yüzü görmediler.
Arada gerçekleşen fail-i meçhul cinayetler başta gelmek üzere birçok yasa dışı faaliyet çeşitli nedenlerle soruşturulmadı, olası sanıklar yargılanmadı.
Böylece, Türkiye’nin birçok sorununda olduğu gibi, çözümsüzlüğe terk edilen bu sorun da büyüdü, büyüdü ve bu hale geldi.
Şimdi, Uğur Mumcu cinayetinden Gazi Mahallesi olaylarına, Susurluk’tan belki de 28 Şubat’ın andıçlarına ve fişlemelerine kadar her şeyin bu davaya dahil edilmesi, önündeki sis perdelerinin bu dava yoluyla kaldırılması bekleniyor.
Zamanında gerekli soruşturmaları yapmayan, kanunları çıkarmayan ya da en azından çıkarılmış kanunları gerektiği gibi uygulamayan askerlerin, milletvekillerinin, başbakan, bakan ve bürokratların, savcıların ya da yargıçların ihmalkârlıkları nedeniyle çözülemez bir hale gelen düğümün bir ya da birkaç savcı veya yargıcın sihirli kılıcıyla çözülmesi isteniyor.
İşte bu nedenle, Ergenekon davasından çıkarılabilecek belki de en önemli ders, bir hukuk devletinde hiçbir hukuksuzluğa göz yumulmaması, kanunların Anayasa’da yazıldığı gibi herkese gerçekten eşit olarak uygulanması ve yasama-yürütme-yargı organlarının sorunların çözümünü birbirlerine havale etmek yerine üzerlerine düşen görevleri zamanında hakkıyla yapmaları gerektiğidir.
Devletin bütün işlevleri gerçekten işlemeli
Bu bağlamda, yasama organının Türkiye’deki antidemokratik ve militarist yapılanmayı güçlendiren her tür düzenlemeyi değiştirmesi ve gerçekten demokratik bir nitelik taşıyan yeni bir yapılanmanın önünü açacak anayasa ve yasa değişikliklerini gerçekleştirmesi (vicdani ret hakkının tanınmasından savunma harcamalarının şeffaf bir şekilde denetlenmesine, ‘askeri yargı’ gibi tanımı gereği çelişkili olan bir yargı sisteminin kaldırılmasına, YAŞ kararlarının yargı denetimine açılmasına, geçmişle hesaplaşma komisyonlarının kurulmasına, vs.’ye kadar); yürütmenin bu yasaları kararlı bir şekilde uygulaması (askerler de dahil olmak üzere ilgili görevliler bakımından gerekli idari soruşturmaların yapılmasından devlet değil birey odaklı bir yönetim anlayışının benimsenmesine, okulların eğitim materyallerinde yer alan ve antidemokratik olarak değerlendirilebilecek ifadelerin değiştirilmesine, vs.’ye kadar); yargının da önüne gelen her davayı titizlikle incelemesi ve kamuoyunu tatmin edecek bir sonuca bağlaması (davaların zaman aşımına düşmesine imkân tanımamaktan Şemdinli davası ya da Ferhat Sarıkaya olayından ders çıkarak inisiyatif almaktan çekinmemeye, vs.’ye kadar), gerekmektedir.
Enformasyon çağında yargı yeniden tanımlanmalı
Burada önemli olan ve mutlaka tartışılması gereken diğer bir nokta ise yargının Ergenekon ve Ergenekon benzeri davaları adil yargılanma hakkına saygı göstererek nasıl sonuçlandıracağı meselesi.
Yüzlerce sayfa ve sanıktan oluşan davada her bir kanıtın tartışılması, hatta bazılarının kanıt niteliğine sahip olup olamayacakları sorununun baştan bir sonuca bağlanması, savunma için yeterli süre verilmesi, görüş ve karşı-görüşlerin tamamının eksiksiz bir şekilde dinlenmesi/değerlendirilmesi, bu davaya bağlanan onlarca olayın sağlıklı bir şekilde analiz edilmesi ve bunların hepsinin adil yargılanma hakkına uygun bir şekilde yapılması gerektiği düşünüldüğünde, gerçekleştirilecek yargılamanın iğneyle kuyu kazmaktan farksız olduğu görülecek.
Davaya yüklenen anlam ve beklentiler de göz önünde bulundurulduğunda, davada görev alacak avukatlara, savcılara, yargıçlara ve diğer görevlilere “sabır" dilemekten başka yapacak bir şey kalmıyor.
Günümüz toplumlarının ulaştıkları enformasyon çağının özellikleri nedeniyle, yargı organının tanım ve işleyişinin yeniden tartışılması ve bilgi teknolojilerinin bu kadar geliştiği bir toplumda yargı organının etkili bir şekilde nasıl işleyebileceğinin (uzmanlık mahkemelerinin oluşturulması, yeni teknolojilerden yararlanılması, vs…) yeniden düşünülmesi gerektiği ise açık.
Özetle, yargının dava konusu meselelere ilişkin pek çok bilgiye artık kolaylıkla ulaşabildiği bir çağda yağın, unun ve şekerin bolca bulunabileceği kuşkusuz. Yani her şeye rağmen ekmek yoksa pasta yenebilir belki, yeter ki ortada yenebilecek bir pasta olsun… (ECG/EZÖ)
*Ertuğrul Cenk Gürcan, A.Ü. SBF Anayasa Hukuku Bilim Dalı.