"Derin nehirler, sessiz akar"
Boşnak atasözü
Yakın günlerde üniversite öğrenciliği yıllarımdan beri tanıdığım ve şimdi uzakta da olsa sıkça telefonda görüştüğüm bir arkadaşım "Biliyor musun? Geçtiğimiz günlerde senin siyaset üzerine yazdığın neredeyse bütün yazılarını bir kez daha gözden geçirdim ve fark ettim ki; yargılanan generaller ve Ergenekoncular hakkında hiçbir şey yazmamışsın! Neden acaba!" diye yekten sordu.
Dilim döndüğünce anlattım. Bir yazarın ülkede yaşanan her durumla ilgili, illa bir şeyler yazması gerekmiyor. Duruşundan, davranışından, tercihlerinden yaşanan hal ile ilgili nerede durduğundan tavrı-tercihi zaten anlaşılır diyesim geldi. Sonra döndü o arkadaşım dedi ki; "Hayır şu an ülkede adeta bir 'devrim' durumu yaşanıyor. Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları emekliliklerini istiyor, istifa ediyorlar. Bu bir devrim değil mi?" diye sürdürdü.
Doğrusu önce düzeltmesini istedim. Devrimci gelenekten gelenlerin "devrim" durumu ile "tepedekilerin iktidar kavgalarını" birbirlerine karıştırmamaları gereğinden filan söz ettim. Tabi anlaşamadık. Arkadaşım epey bir zamandır askerin vesayetini "alaşağı" ettiği üzerinden kamuoyu oluşturduğunu zikreden bir yayın organının (ona göre 'gazete') dili ve ruh haliyle hayata baktığından, en azından anlaştığımız başkaca konular olduğu halde, bu konuda da anlaşmakta ısrar nafileydi ve ortaklaşamazdık.
Ama hazır mevzu hakkında "kelam etmediğimiz" üzerinden eski bir arkadaşça eleştirilmişken, konuyla ilgili düşüncelerimi paylaşayım istedim. Hem gönlü de olurdu belki arkadaşın, kırılmaz ise tabi!
Bir kez askerin, kendileri dışındaki diğer bütün toplum kesimlerinden azade olarak bu ülkenin "asli sahipleri" kanısında oldukları ön kabulüyle bugüne dek dayattıklarını ve hayata, siyasete bu sahiplik penceresinden baktıklarını bir kez daha söylemek yeni bir şey olmasa gerek. Askerin bu bakışından hareketle siyaseten "işler iyi gitmediğinde" bir darbe durumunun kendileri açısından Kemalist rejimin olmazsa olmazı ve adeta bir görev sayıldığını da herhalde bilmeyenimiz yok. En azından bırakınız 1946'lara kadarki askeri ve tek parti dönemini, 60-71 ve 80 askeri darbeleri bu durumun somut tezahürleri olarak orta yerde duruyor. Asker sahip, onların dışında kalan diğer tüm tebaa potansiyel "hain". Ülke, böyle bir ikilem üzerinden ikibinli yıllara taşındı.
Şimdi bu minval üzerinden baktığımızda elbette Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Yüksek Askeri Şura toplantısında Genelkurmay Başkanlarına ayrılan "Başbakan yanı" koltuğunu alışılmışın dışında "kaldırtarak" tek başına oturması "görünürdeki sivillik" adına çok iç ferahlatan bir noktaya işaret ediyor. Bu tavır, aynı zamanda asker ve askerin her fırsatta "iç politikaya" göreviymiş gibi müdahalesinden gına getiren sıradan yurttaşın hislerine de olumlu anlamda tercüman olan bir durum.
Bir başka reel durum ise "mahpus damındaki" bilumum "Ergenekon"cu askeri ve sivil efradın görünür halinin kamuoyunda yarattığı psikoloji. Diyebilirim ki, bırakınız omzu çok yıldızlı bir generali, hayatları boyunca bir mahalle bekçisinin bir düğmesinin koparılmasının (haklı veya haksız) cezasının "altı aydan başladığı" söylemi ile insan eğiten bir toplumun, bol yıldızlı rütbelilerin yargılandığı ve içeriye düştüğü olağan durumu her gün yaşamaları çok farklı ve çoğunun "heyecan verici ruh halini" hissettirmeleri çok anlamlı ve çarpıcı...
Peki, o halde, bunca çıplak politikadan sonra bizler gibi sadece görünür yaşananlarla yetinmeyip satır aralarını da okumayı adet edinen ve soru sormayı, tatmin oluncaya kadar da sorduklarında ısrar etmeyi ilke edinenler ne yapmalı?
Doğrusu epeydir düşünüyorum. Bir yanım, yani "kabullenmeci yanım" seksen senedir ülkeyi askeri vesayetle yöneten, kurmaylıklarını her türlü hukuksuzluğu adeta ilke edinerek Kürtlerle acımasız savaşlarında test ettiren ve terfi alan, görünürdeki demokrasiyi ağızlarına pelesenk ederek "demokrasi" diye yutturmaya çalışanlardan ben dâhil çoğumuzun bıkmış olduğunu dürtüklüyor. Bu nedenle "askerin kışlasına döneceği" ve "askerlik mesleği dışında başkaca bir işe, hele hele iç siyasete karışmayacağı" bir kalıcı siyasal düzenlemenin olması gerektiği noktasında hiçbir akıl ve izan sahibi ferdin kafasında soru işareti olmamalı diye düşünüyorum. Bu manada, Kemalist Askeri Vesayetin ülke sicilinde bir daha geri dönmemek üzere "arşivlenmesi" hoş ve şık!
Ama diğer yanım, yani "sorgulayıcı yanım" sanki "bu işin içinde bir iş var" diyor. Sıradan bir rütbelinin terfisinde, tayininde, özlük haklarında bile büyük gürültülerin koparıldığını bilenlerin böylesine bir "yeni hal"in nasıl kolaylıkla kabullenildiğinin ve sineye çekildiğinin sorusunu soruyor ve tatminkâr yanıtını da alamıyor. Madem bu denli askere hükmedebilen bir siyasal iktidarla karşı karşıyayız ve hallice kerameti kendinden menkul bir muktedir yönetiyor bu tuhaf ülkeyi, o halde neden ülkenin artık uluslararasılaşan meselesi olan "Kürt Sorunu"nu sürüncemede bırakır, çözmez ve sorunu yeni polisiye güvenlik politikalarına terk etmeyi politika varsayar.
Bu durum, doğal olarak sorgulayıcı yanımın başını ağrıtan hayli netameli bir durum! Bir diğer durumsa daha vahim! Seksen sene boyunca Kemalist asker-sivil bürokratik vesayet, demokrasi kültürüyle donanmış bir ülke hayalini yeniden kurmayı arzulayanlara ülkeyi zindan etti. Sakın ola, ucu belirsiz bir zaman dilimi içinde askerin yeni konumunu yedeğine alan "bir yeni cemaatçi sivilliğe" doğru yelken açmayalım.
İçim burkularak bugün geldiği konum itibariyle en azından kendi açımdan verilmemesi gereken referans olsa da yazarın otuz sene önce yazdıklarının hakkını teslim etmeliyim. Yalçın Küçük'ün "Bir Yeni Cumhuriyet İçin"* kitabındaki "Yolun Neresindeyiz" bölümünün yazım tarihi 1980 Mart ayıdır ve kitabın yayın tarihi ise 1980 yılı 12 Eylülüne parmakla sayılı günler kaladır. Birkaç özet cümleyle dedikleri şuydu Yalçın Küçük'ün: "Türkiye'de sosyalist iktidar için devrimci objektivite var, ancak, bunun öznel koşulu olan siyasal örgütlenme yok."(syf, 557) Ve devamı: "Şimdi çok daha kapsamlı bir yeni askeri müdahale... Erbakan'ı Türkiye'nin siyaset sahnesinden silip Erbakan'ın temsil ettiği İslamcı dinsel politikayı daha yoğun biçimde uygulamak... Mümkün mü? Açıktır, bu yol, Silahlı kuvvetlerin Türkiye'nin yönetimini ele almasına bağlı görünüyor." (syf, 549).
Bildiğim kadarıyla o kitabın baskısı bir daha yapılmadı. Ve o tespitler satır aralarında kaldı. "Dini bütün Hoca çocuğu" olduğunu beyan eden beş paşanın lideri, "zahmetli bir uğraş verdi" ve ülkeyi bugünlerin "nurlu ufukları"na taşıdı. Bunlar aydın sorumluluğumla şimdilik kaygılarım ve sorularım. Ayrıca toplumda hele hele Kürt cenahında ciddi olarak dillendirilen sorular ve tartışmalar var. Kendi adıma sorularım giderek pekişerek orta yerde duruyor. Şimdi yazının üstüne gelecek son cümlenin kerahet vaktidir. Sahi bu yazıyı ben neden yazdım ki! Yukarıdan aşağıya vurguladıklarımın benim düşüncelerim olduğunu zaten yıllardır okurlarım ve dostlarım biliyordu. Neyse bir kez de derli toplu paylaşmış oldum. Ama biliyorum bu yazıya vesile olan eski arkadaşım eminim sevmeyecektir bu yazıyı, olsun ben yine de yazmış olayım. Eski arkadaşımın " kutsal ayetler manzumesi" gibi telakki ettiği ve onun "gazete", benimse bir "proje yayın organı" diye telaffuz ettiğim mevkute maalesef sorulara / sorularımıza cevap olmaya yetmeyecek de, ben yine de yazmış olayım, gönlü kalmasın arkadaşımın... (ŞD/EKN)
*Yalçın Küçük, Bir Yeni Cumhuriyet İçin. Tekin Yayınları, Eylül 1980.