Türkiye, LGBTİ+ topluluğunu hedef alan yeni bir baskı dönemiyle karşı karşıya.
Erdoğan ve AKP çevresinin “LGBT dayatması” söylemleri, görünür LGBTİ+’ları kriminalize eden kamusal nefret üretiminin bir parçası. 11. Yargı Paketi taslağı ise bunu yasallaştırmayı hedefliyor. Taslak metinler, yalnızca hukuki düzenleme değil; iktidarın bedeni ve kimliği disipline etme girişimini gösteriyor. Paket, “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan veya bunu öven, özendiren kişi”ye 1–3 yıl hapis, aynı cinsiyetteki kişiler arasında nişan veya evlenme töreni yapanlara 1,5–4 yıl hapis, cinsiyet geçiş yaşının 25’e çıkarılması ve tıbbi süreçlerin ağırlaştırılması, kanuna aykırı cinsiyet değişikliği durumunda 3–7 yıl hapis ve para cezası gibi maddeler içeriyor. Bu maddeler, görünürlük ve kimliği cezalandırmayı hedefliyor; “ahlak” ve “aileyi koruma” söylemleriyle meşrulaştırılıyor.

11. Yargı Paketi’nde LGBTİ+’ları hedefleyen düzenlemeler
Bu baskının yalnızca politik değil, aynı zamanda kuramsal temelleri olan bir iktidar pratiği olduğu da açık. Fransız düşünür Louis Althusser, devletin yalnızca zorlayıcı baskı aygıtlarıyla (ordu, polis, mahkeme vb.) değil; eğitim, medya, din ve hukuk gibi ideolojik aygıtlar aracılığıyla işlediğini belirtir. Türkiye’de LGBTİ+’ları hedef alan söylemler ve yasa girişimleri, tam da bu ideolojik aygıtlar aracılığıyla yeniden üretilen, heteronormatif ve muhafazakâr bir “makbul vatandaş” modelinin parçası. Althusser’in bu kuramı, Türkiye’deki durumu anlamak için kritik bir çerçeve sunuyor. Eğitimden medyaya, hukuktan dine kadar tüm yapılar, devlete sadık, heteroseksüel, itaatkâr ve milliyetçi bir yurttaş tipi üretmek için çalışır. LGBTİ+’lar ise bu normun dışına düştüğü için sistematik biçimde “tehlikeli”, “sapkın” ve “ahlaka aykırı” olarak kodlanır. Bu kodlama yalnızca bir dilsel pratik değil, yasal düzenlemeler, medya sansürü ve dini söylemlerle sürekli yeniden üretilen bir toplumsal disiplin mekanizmasıdır. Örneğin RTÜK’ün LGBTİ+ içeriklere yönelik sansürü, Diyanet’in cuma hutbelerinde nefret söylemi üretmesi, okullarda “tek cinsiyet, tek aile” modelinin dayatılması ve LGBTİ+ kimliklerin yasalarla yok sayılması, devletin ideolojik aygıtlarının pratikte nasıl işlediğini gözler önüne serer. Bu kurumlar aracılığıyla devlet, sadece bir kimliği bastırmaz; aynı zamanda onu toplumda “anormal”, “tehlikeli” ve “ahlak dışı” olarak kodlar.
Benzer şekilde, Michel Foucault da iktidarın yalnızca dışsal bir baskı olmadığını; bireylerin bedenlerini, arzularını ve kimliklerini şekillendiren bir içsel denetim ve disiplin biçimi olduğunu savunur. “Biyopolitika” kavramı aracılığıyla, devletin yalnızca yurttaşları değil, doğrudan yaşamı ve bedeni yönettiğini ortaya koyar: Kimlerin ne zaman, nasıl bir bedende yaşayabileceği, hangi yaşta cinsiyet geçişine izin verileceği ya da hangi arzuların “yasaya uygun” sayılacağı gibi. 11. Yargı Paketi bu bağlamda yalnızca bir yasa değil; bireyin yaşamına ve kimliğine doğrudan müdahale eden biyopolitik bir araçtır.
Devletin tanımadığı bedenler
Judith Butler ise toplumsal cinsiyetin doğuştan sabit olmadığını, tekrar eden kültürel eylemlerle yani performanslarla inşa edildiğini savunur. Bu perspektiften bakıldığında, LGBTİ+’ların görünürlüğü sadece bir kimlik beyanı değil; iktidarın dayattığı normlara karşı açık bir politik direniş biçimidir. Devletin tanımadığı her beden, her sevgi, her kimlik daha fazla baskıyı tetikler; çünkü tanımadığı her şey iktidar için bir tehdit oluşturur. Bu nedenle görünürlük, yalnızca var olmanın ötesine geçer; doğrudan bir karşı koyuş hâline gelir. Erdoğan’ın “LGBT dayatması”, “aile düşmanlığı”, “ahlaksızlık” gibi söylemleri, bir siyasi tercihten öte, rejim ideolojisinin merkezinde yer alıyor. Bu dil, devletin ideolojik aygıtlarının teorisine birebir uyuyor: Beden, aile ve cinsellik, iktidarın en stratejik üretim alanları hâline geliyor. “Kadın-erkek fıtratı”, “tek aile modeli”, “millî ahlak” söylemleri, sadece retorik değil; bedenin, arzunun ve sevginin denetimi için hukuki araçlar. 11. Yargı Paketi, Erdoğan iktidarının kültürel savaş stratejisinin yeni halkasıdır. Yasa metni, bir topluluğu “ahlak dışı” ilan ederek kamusal alandan dışlamayı amaçlıyor; mesele aileyi korumak değil, itaati yeniden tesis etmektir.
Türkiye’de “reform” sözcüğü her geçtiğinde toplumun bir kesimi tedirginleşiyor. Çünkü deneyim gösteriyor ki reform, çoğunlukla yasallaştırılmış baskının yeni biçimi olarak ortaya çıkıyor. 11. Yargı Paketi, hukukun tarafsızlığını değil, iktidarın ideolojik arzusunu temsil ediyor. Bu arzu, bedenleri denetim altına almak, kimliği suçlaştırmak ve sevgiyi sansürlemektir. Ama tarih bize gösteriyor ki yasalarla varoluş bastırılamaz. LGBTİ+’lar bu ülkenin düşmanı değil; vicdanıdır. Bizim varlığımız, Türkiye’nin demokratik kapasitesini ölçen turnusoldur. Eğer devlet bizi yok sayarak ayakta kalabiliyorsa, o devlet zaten çökmüştür. Ve eğer biz tüm bu baskıya rağmen hâlâ var olabiliyorsak, toplum hâlâ kurtarılabilir demektir.
Bugün görünür olmak, konuşmak, sevmek, direnmek — hepsi politik eylemdir. Çünkü bu koşullarda yaşamak bile direnmektir. 11. Yargı Paketi gibi yasalar, LGBTİ+’ları ve toplumsal özgürlükleri hedef alsa da, varlığımız ve görünürlüğümüz, en güçlü direniş biçimidir. (NO/TY)




