Türkiye geçtiğimiz günlerde, uzun zamandır tekrarlanarak oynanan ve esasında birbirlerinden hiç farkı olmayan bir oyuna yine sahne oldu. Öncelikle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüksek sesli ve sert vurgulu itirazlarına rağmen gazeteci Can Dündar ve Erdem Gül Anayasa Mahkemesi’nin kararı sonucundan serbest bırakıldı. Serbest bırakılma kararlarının hemen sonrasında, AKP iktidarı ve Erdoğan’a yakın olarak bilinen medyada birbirine çok benzeyen haberler yapılmaya başlandı. Bu haberlere göre, Dündar ve Gül’in serbest bırakılma kararında Gülen/Hizmet Hareket’ine yakın olan savcılar (iktidarın terminolojisi ile konuşacak olursak “paralel” olanlar) başta Cumhurbaşkanı’nı devirmek, sonrasında ise ülkeyi bölmek adına devreye girmiş ve büyük Türk milletine zarar vermişlerdi. Bu bağlamda, yazılanlara göre savcıların en büyük güç kaynakları iki yıldır kendisine yakın olan hemen hemen bütün kurumları, kapatılmış ve devlet tarafından el konulmuş, bir çok önde gelen temsilcisi ya içeride ya da yurt dışında bulunan Gülen/Hizmet Hareket’i ve son dönem de onunla aynı amaca hizmet eden PKK. Dahası, yapılan haberler ve birbirlerine çok benzeyen demeçler uyarınca yapılması gereken de çok basit; ivedilikle bu iki örgütünde üzerine gidilmeli ve Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden esasında tüm Türkiye’ye kurulan bu komploya bir an önce cevap verilmeliydi. İşin özü çok boyutlu bir cevap da verildi.
Öncelikle doğu ve güneydoğuda şiddeti bir anlamda azalan operasyonlarda, şiddet görece geçtiğimiz ayki konumuna çekildi ve Gülen/Hizmet Hareket’ine yakınlığı ile bilinen, Türkiye’nin resmi rakamlara göre okuyucuya en çok sayıda ulaşan Zaman gazetesine, “Teröre yardım etmek, terör örgütleriyle iş birliği yapmak ve bu bağlamda da mevcut hükümeti devirip, ülkeyi bölmeye teşebbüs etmek” suçlamasıyla devlet tarafından el konuldu. Pek muhtemelen ve ne yazık ki öncelikle arşivi silinecek, sonrasında çalışanlarının büyük kısmı ile yollar ayrılacak, gazetenin gerek abonelerinin kendilerini çekmeleri, gerekse de yeni yayın çizgisinden ötürü satışları düşecek ve bunlar sonucunda da ya kapatılacak ya da değerinin çok çok altına satışa sunulacak. Bu noktada, muhtemel olan bu senaryonun sadece Zaman gazetesi ile sınırlı olmadığını da üzülerek söylemek durumundayız. İktidara yakın yayın organları ve sosyal medyadan anladığımız kadarıyla benzer uygulamaların, diğer muhalif medya kurumlarına da yapılması gündemde. Sadece süreç kimi noktalarda yavaş işliyor, hepsi bu.
Bütün bu yaşananların doğrultusunda, kanımca Türkiye’de muhalif bir medya organı daha susturuldu ya da işte bu da otoriterleşmenin en büyük kanıtı şeklinde alışılmış ve slogana dayalı yorumları yapmak kuru gürültüyü tekrar etmek olacaktır. Buna karşın, öncelikle Türkiye kamuoyuna, Avrupa Birliği ve diğer batılı merkezlere ve hepsinden de önemlisi iktidarın kendisine durumun aslında ne olduğunu söylemek gerekmekte. Kim bilir belki böyle bir yol izlemek daha faydalı olur.
Türkiye kamuoyu
Bu noktada öncelikle şunu belirtmek lazım; Türkiye kamuoyu tıpkı son 3-5 yıldır olduğu gibi yaşanan bu olay karşısında da en temel de dört gruba ayrılmış halde karşımızda. Erdoğan ve AKP iktidarını koşulsuz destekleyenler, yaşananlara kimi önyargılarıyla ve geçmişin izleriyle yaklaşanlar, olaylar karşısından koşulsuz Gülen/Hizmet Hareketi’ni destekleyenler ve sessiz sedasız hiçbir şey olmamış gibi duruma yaklaşanlar. Bu sınıflandırmada ilk gruba ayrılanlara denmesi gerekeni son bölüme saklayarak kimi önyargılarıyla ve geçmişin izlerini taşıyarak olaylara çekince koyanlara değinerek başlamak niyetindeyim.
Agamben “İstisnai durumlar toplumların tamamını sarmadan son bulmaz” diyerek, bugün ona, yarın diğerine ama hiçbir zaman bana olmaz şeklinde kurgulanan kolaycı ve pragmatik bakış açısını geçtiğimiz yüzyılın sonlarında yazdığı bir çok çalışma ile çürütmüştür ki bu noktada da yaşanılanlar karşısından Türkiye’de “ama” ile söze başlayanların bu sözü akıllarına getirmesi gerektiğini düşünmekteyim. Zira, Erdoğan ve yakın ekibinin Andreas Schedler’ın tabileriyle hegemonik bir rejim kurma istekleri aşikar ve bu bağlamda da dün, bugün ya da yarın herhangi bir hegemonya kuramadıklarının üzerinde öteki gün çok çeşitli araçlar kullanarak hegemonya kurmayacaklarını beklemek en basit tanımlama ile safdillik olur. Kuşkusuz hem dün hem bugün Harekete mensup olduğunu söyleyenlerin bir kesimi Türkiye’de tarihsel olarak devlet aklı ve onu kontrol edenlerin oluşturdukları mağduriyetlerin hepsine kategorik olarak karşı çıkmamaktadırlar. Dahası yer yer Hareket’e yakın yayın organları da bu davranış ve düşünce pratiğini desteklemiş olabilirler ancak buna karşın, bugün bu noktayı bir moment alarak hareket etmek aynı hataya düşmek olacaktır. Zira, dayanışma, benzeşmeyi gerektirmez, sadece farklı mesafelerle karşıtlık üzerinde bir arada olmaktır. Aksi takdirde Türkiye’de herkes kendisine demokrattır savı ne yazık ki bir kere daha tescillenmiş oluyor. Ötekinin acısını hissetmeyen ya da ikinci derecede hisseden bir güruha dönüşüyoruz.
Aynı mantık noktasından hareketle koşulsuz ve duygusal olarak sadece tek doğru, tek mazlum ya da tek suçsuz Gülen/Hizmet Hareketi’ymiş gibi olayı okumakta, diyalektik ve kümülatif olan tarihsel süreci lineer ve parçalı olarak görmek anlamına gelecektir ki bu da çok hatalı bir davranış kalıbına girmek demek. Bu bağlamda, her ne kadar çok zor olsa da, mücadeleyle aş zamanlı olarak bir gelecek ve ders çıkarma sürecine de girmek lazım.
Yaşananlar karşısında sessiz kalıp Türkiye’de hiç bir şey olmuyormuş gibi davrananların ise kanımca toplum olmanın ve ortaklıkların ne demek olduğunu yeniden hatırlaması gerekiyor. Bu bağlamda kastım, temel değerler ya da ortak duygudaşlık değil. Bir yasanın, bir uygulamanın ya da bir rejimin herkesi bağlayıcı olduğudur. Bir kesimin otoriterlik altında yaşayıp diğer kesimlerin zevki sefa sürdüğü bir ortam ve sistem ne sürdürülebilirdir ne de ebedi olarak bakidir.
Avrupa Birliği ve Batı
Slavoj Zizek, geçtiğimiz günlerde yazdığı bir yorum yazısında “Avrupa kendi değerlerini kendisi eziyor ve bu noktada aslında kimi yerlerde değer yoksunu olduğunu ispatlıyor” demişti. Zizek’in bu yargısı yaşanan olaylar karşısında Avrupa Birliği ve diğer batılı mercilerin konumlanışları dikkate alındığında ne yazık ki doğru. Zira Zaman gazetesine kayyım kararı çıktığı saatlerde Cumhurbaşkanı AB Konseyi başkanı ile iki taraftan birsinin “et” diğerinin ise para-oy-iktidar güvenliği olarak tanımladığı Suriyeli mülteciler konusunda pazarlık yapıyorlardı. Bu doğrultuda, AB Suriye ile kendisi arasında Türkiye’nin gönüllü olmaktan da öte ücretli olarak “güvenli” bölge olmayı kabul etmesi karşısında her türlü hukuk dışı uygulamaya basit bir kınama ile göz yumuyor. Bu kendi değerlerini hiçe saymanın da ötesinden pragmatik ve çıkarcı politikaların kurumsallaşması anlamına geliyor ki bunun ileride geri dönülmesi çok zor olan başka sonuçlara da gebe olduğu aşikar.
İktidar ve yandaşları
Aslında ilk bakışta hem kendileri hem de bizler iktidar ve yandaşlarının çok rahat ve çok konforlu olduğunu düşünüyoruz. Evet esasında bir anlamda öyleler, liyakat geçerli olsa kimbilir belki de dahil olamayacakları ihaleleri alıyorlar, ne eğitimleri ne de yaşadıkları profesyonel tecrübe yeterli olmasa da üniversitelerde geniş odalarda oturuyorlar, arkalarına bakmadan taksitlere giriyor, lüks restoranlarda yemekler yiyorlar. Burada esas soru şu; bütün bu konfor alanlarında neden hala sinirli ve kindar bir şekilde hem konuşuyor hem yazıyor hem hareket ediyorlar. “Erdoğancılık” kuruluşunda büyük adımların atıldığı bugünlerde topun her kale ile buluştuğu anda niye zafer kazanmış görüntüsü çiziyorlar. Ya da onların dediklerinin doğru olmadığını söyleyen her mecra susturulduğunda ya da karartıldığında neden seviniyorlar.
Bu noktada cevabı Hanna Arendt vermeli. “Tiranlık altında ve etkisinde düşünmek ve harekete geçmek neredeyse imkansızdır” der Arendt. Çok iyi bildiklerini ve çok iyi durumda olduklarını düşünüyorlar ama her kafalarını kaldırdıklarında tiranlarına verdikleri selam ile aslında kendilerine yabancılaşıyorlar. (AEÖ/HK)