Mukavemet eden bedenin deneyimi: Gezi direnişinden bu yana yapılan tartışmalarda Erdoğan’ın kibri üzerine çokça yazılıp çizildi. İrfan Aktan, bu kibre ilişkin bir tespitinde çok yerinde bir vurguyla “Başbakan insanların evlerine dönmelerini istemiyor. Çünkü o direnenleri yenmek istiyor” diyordu. Direnenleri yenerek belki yeniden bir şeyleri toparlayabileceğini düşünüyor olabilir. Şayet böyle bir düşüncede ise, birilerinin Başbakana tarihin ve hafızanın pinpon masasından farklı şeyler olduğunu anlatması gerekiyor.
Cin şişeden çıktı bir kere. Sokağa çıkmanın, korkuyu yerle bir etmenin, titremeyen binlerce gölgenin yan yana gelmesinin deneyimlenmesi, bu eşsiz deneyim gasp edilemez: “Üç ağaç kestiler, ormanı keşfettik” diyen aklın keşfi belki ‘80 darbesinden bildiğimiz gibi bastırılabilir; görünmez, duyulmaz kılınabilir ancak hiç bir şekilde geri alınamaz.
Aura: Bütün bu geri alma, gasp etme girişiminin, büyük oranda ilerlemeci tarih algısı ile ilintili olduğunu belirtmek gerekiyor. Geri alınması, toparlanması imkansız bir şey daha var ancak: AKP’nin son 11 yılda kurmak istediği aurası/halesi.
Erdoğan’ın inat ve öfkesinin arkasında özellikle ilerleme/gelişme fetişizmi –“büyüyen” ekonomi, inşaat, yapı, duble yol vb. üzerinden kurmaya çalıştığı auranın geniş kesimler tarafından bozguna uğratılmış olması duruyor.
Bu yüzden bugünlerde her ne sorulursa sorulsun, ekonominin nasıl ilerlediğinden, dikilen ağaç sayısından, alınan oy, mitinge gelen AKP’li, çocuklara dağıtılan süt, kişi başına düşen milli gelir vs. gibi istatistik bilgilerle yanıt verilmeye çalışılması bu aurayı zorla ayakta tutma çabalarıdır.
Azınlığın hakikati: AKP’de çokça tanık olduğumuz ilerlemeci, gelişimci kapitalist algı ile işleyen aurada her şey nicel bir düzlemde muamele görür. Demokrasi de bu nicel hesap düzeninden kurtulamaz. Her fırsatta yüzde 50 hatırlatması yapan Erdoğan’ın Gezi Parkı üzerinden her türlü sorulara verdiği yanıtların hemen hepsi -geriye kalanların çoğu da tehdit ve samimi vatandaşlara övgü - sayıları çağırıyor yardıma:
“Biz hala kişi başına milli gelirin 3 bin 500 dolar olduğu bir Türkiye'de mi yaşamak istiyoruz. Yoksa kişi başı gelirin 20 bin dolara çıktığı bir Türkiye'de mi yaşamak istiyoruz.”(1 Haziran)
“Biz Türkiye'de şu 10 senede 2 milyar 800 milyon ağaç diktik. Bunun 2 milyarı sadece fidan. 800 milyonu 3 yaş ve üstü.” (9 Haziran)
“E trafik alta alınıyor, artık otobüslerden bunlardan kurtulduğumuz bir Taksim meydanını göreceğiz. 100 bin metrekarelik bir alanın, 11 bin metrekaresine bu şehir müzesi oturuyor.” (15 Haziran)
Hakikatin önündeki perdelerin inanılmaz bir hızla kalktığı bir yerde - çokça duyduğumuz şu söz: 3 haftada ne kadar çok şey öğrendik! - sayıların yok hükmüne geçmesi, gelişmiş ekonomi dediğiniz şeyin sıfır ikna edici kapasitesi çok açık. Demokrasiyi “büyük çoğunluğun seçkin temsilcilerinin” her türlü karar hakkını tekelleştirmesi değil de, “sıradan insanların ortak kaygılarını harekete geçirmek için uygun eylem biçimlerini keşfedebilme yeteneği, bir şeyler yapabilme yeteneği’ [1] olarak ele alırsak Gezi Parkının, diğer eylem alanlarının ve şimdi parklarda örülen doğrudan demokrasi ve eylemlilik biçimlerinin ne kadar demokratik olduğunu kavrayabileceğiz.
Niceliğe sıkışmak demokrasiyi konsensüse teslim etmektir. Zira “niceliğin hakikatle hiçbir ilişkisi yoktur. Hiçbir zaman kanıt değeri taşımaz. Çoğunluk olgusu, bir tartışmayı uzlaşmayla kapatabilir. Ama tartışma çağrısı daima açık kalır.” [2] Doğayı katledip katletmeme, Taksim Meydanı’nın son yeşil alanı Gezi Parkı’nın yok edilip edilmemesi sorusunun referandumla sorulması - ki bazı sol, sosyalist çevreler hodri meydan çağrısı yapıyor! - isyanın enerjisini soğurmak, uzlaşmaya teslim etmektir. İsyanın başlıca nedenlerinden birisi olan temsiliyet krizinin, uzlaşma politikası karşıtlığının, iki kutuplu (AKP vs. CHP) sandık demokrasisinin reddedilmesinin görmezden gelinmesidir bu.
İsyanın Zamanı ve Kahkahası: Kapitalist modernitenin işleyişindeki yasaların hepsi rasyonelleşmeyle iç içe geçmiştir. Ancak bütün bu rasyonel parçaların üst üste binen, biriken bütününün son derece rastlantısal ve irrasyonel bir şekilde bir araya geldiği gizlenir. Bu irrasyonellik de - Marksist teorinin gösterdiği gibi - en çok kriz zamanlarında ortaya çıkar. İşte İstanbul’un isyanı, işte kriz. Ve bunlar karşısında AKP hükümet yetkililerinin ve polisin akıl almaz denilecek açıklamaları, tutarsızlıkları, şaşkınlıkları...
Politikanın kısırlığına, sandık demokrasisine sıkışmışlığına karşı, yok sayılmaya, aşağılanmaya karşı isyan kapitalist demokrasinin - ve özelde AKP’nin aurasının - sınırlarını darmadağın ediyor, kesintiler ve genişletmelerle kendine başka bir zamansallık açıyor. Gezi Parkı direnişinde boşalan, boca edilen olağanüstü mizah ve yaratıcılık “Herkes için her şeyin mümkün olduğu” bu otonom kamu zamansallığı içine yerleşiyor.
Şu ana kadar 70’e yakın yeni şarkı çıkmış olması, POMA’lar, sloganlar, duraninsan gibi eylemlilikler ve daha nice örnek. Resmi vatandaş kabuğundan, eylemci halk arasına dahil olmak başka türlü ilişkilenme potansiyellerin de açığa çıkmasının yolunu gösteriyor. Mizah dergilerinin şu günlerde direnişin duvarlarını kopyalaması elbette boşuna değil. Yıkmanın neşesi aynı zamanda yaratıcı bir neşedir. Tempo tutulan gaz bombaları arasından yükselen kahkahalar direnişin özgün karakterine işaret ediyor. Hanna Arendt’in hatırlattığı üzere “Otoritenin en büyük düşmanı itaatsizliktir. Onu sarsmanın en kesin yolu da şüphesiz kahkahadır.”[3]
Kahkahanız bol olsun. (ZG/AS)
[1] Hazan E. (2010) Demokrasi Ne Alemde?. İstanbul: Metis Yayınları. s.93
[2] Ibid, 44
[3] Arendt H. (1970) On Violence. Florida: HBJ Book. s. 45