Salt Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) ve Erdoğan’ın değil, sistemin de bir muhalifi olarak, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasının iyi olduğu kanısındayım. Bunu ne mecaz ne de bir ironi olarak değil, cümlenin içerdiği doğrudan anlamı olarak söylüyorum.
10 Ağustos 2014 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde üç aday vardı: Tayyip Erdoğan, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Selahattin Demirtaş.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve partisi AKP’nin siyasi alandaki demokrasi karşıtlığının kartopu yumağı gibi büyümesinin üzerine bir de Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının eklenmesinin, demokrasi yıkıcılığını daha bir artıracağı gerçeğinden hareketle, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının önünün kesilmesi gerektiğini yazdım.
Siyasi alanda freni patlamış kamyon gibi giden Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilememesi durumunda, hiç değilse kendine ne oluyoruz sorusunu sorarak bir fren tamiratına ihtiyaç duyacağını düşünüyordum. Seçilememesi durumunda, içinde bulunduğu güç zehirlenmesinin cumhurbaşkanlığıyla birlikte artarak başımıza bir tiran kesilmesinin engelleneceğini ve bunun da siyaset alanında bir nebze olsun o çatışmacı, saldırgan ve nobran dili aşağıya çekeceğini umuyordum.
O tarihte seçilmesinin çok yüksek bir ihtimal olmasına rağmen, en azından ilk turda seçilmesinin önüne geçilmesini istiyordum.
Cumhurbaşkanlığı seçimindeki salt ölçü, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmemesi olunca, geriye bu engeli sağlayabilecek seçeneğe yönelmek kalıyordu ki, bu da o günkü koşullarda Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu kendi açımdan desteklenmesini ‘gerekli’ kılıyordu.
İhsanoğlu’nu desteklemem, onun siyasal niteliğini onaylamamdan değil, tamamen faydacı bir siyasi bakıştan ileri gelmişti. Diğer aday Selahattin Demirtaş gönlümden geçse de, Erdoğan’ın seçimini engelleyebilecek bir oy potansiyeli olmadığı için, ‘yüreğim’ değil ama elim, mührü İhsanoğlu’na vurdu. Cumhurbaşkanlığı seçimini bir aday tercihi olarak değil, bir referandum olarak değerlendirmiştim.
Yanıldım!
Evet, cumhurbaşkanlığı seçimindeki bu tavrımın yanlış olduğunu seçimden kısa bir süre sonra gördüm.
Yanıldım ve yanılgımın nedeninin adayların niteliğiyle ilgisi yok. Adayların yapısı olduğu gibi devam ediyor. Hatta Erdoğan, cumhurbaşkanı seçilmesiyle her şeye ayar verme dozunu ve çatışmacı dilini daha bir artırdı. Otoriterlik artarak devam ediyor. Beklenildiği gibi siyaset, başkanlık sistemine kilitlendi.
İhsanoğlu’nun MHP milletvekili aday listesinde yer alması da benim için yanıltıcı olmadı. MHP değil de, CHP listesinde yer almış olsaydı bile pek fark etmezdi.
Demirtaş ise, olduğu minval üzere olumlu ve umut verici bir siyasal gelişmenin öncülerinden.
Yanılgım, adayların şöyleyken böyle olmasından değil!
Yanılgım, insanların veya toplumların kendi yaşamlarındaki kimi şeyleri etkisiz kılmasının, aşmasının, değiştirmesinin, yok etmesinin yolunun onu öteleyerek değil, yaşayarak sağlayabileceği gerçeğinin yeterince farkında olmayışımdan kaynaklanıyor.
Bunu derken katı/salt bir determinizmi savunmuyorum. Sorunu ne bir gerekircilik ne de nesnel durumu aşmak için iradi müdahalecilik (volontarizm) bağlamında ele alarak felsefi alana girmeksizin, pratik siyasa açısından açıklamaya çalışacak olursam;
AKP üç dönemdir hükümet. AKP 2002 erken genel seçimlerde oyların yüzde 34’ünü, 2007’de yüzde 46’sını, 2011’de yüzde 50’sini almış. Şimdi soru şudur: Oy oranı bu yükseklikte seyreden AKP’nin lideri Erdoğan, varsayalım ki cumhurbaşkanı seçilemedi, ne olur?
Bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan, cumhurbaşkanı olma talebinden vazgeçer mi?
Bu kadar yüksek seçmen kitlesi, Erdoğan gibi bir liderlerini cumhurbaşkanı yapmak sevdasından vazgeçer mi?
Cumhurbaşkanlığı, siyasi hiyerarşide en üst makam. Bundan sonrası yok. AKP ve Erdoğan taraftarları hiyerarşinin en tepesine kendi liderlerini bu seçimde olmasa da, bir sonraki seçimde daha bir azimle destekleyerek getirmeye çalışmazlar mı?
Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmadığı durumda, ‘bakın işler düzelmedi, daha kötüye gidiyor, Erdoğan cumhurbaşkanı olsaydı daha bir yığın güzel icraatlar yapardı’ şeklinde bir düşünce muhtemelen güçlenerek devam eder miydi?
Böyle olması halinde bu durum, bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçiminde kitlelerde daha fazla bir Erdoğan beklentisi ve daha fazla bir Erdoğan desteği doğurmaz mıydı?
Bütün bu sorulara cevabımız evet ise, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını engellemek, bu ‘zorunluluğu’ ötelemek anlamına gelir. Zorunluluk sözcüğünü bilerek kullanıyorum çünkü yukarıda saydıklarımın her birinin birer nedensellik olması bunu zorunlu kılıyor. Bunda ‘yumuşak’ bir determinizm var.
Elbette nesnel dünya ile iradenin/bilincin karşılıklı etkileşimleri var. Bu etkileşimde Erdoğan’ı cumhurbaşkanı seçtirmeyecek bir iradi eylem, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi konusunu yok etmeyecek ama ancak öteleyecekti.
Cumhurbaşkanı seçilmesiyle şimdi o tükeniş yolu kat ediliyor. Yoksa ötelenmesi halinde yola birinci km’den yani 2014’den değil de 2019’da başlanacaktı.
Bütün bu zorunluluklara rağmen elbette Erdoğan’a muhalif bir hareket yürütülmeli. Mevcut durum olduğu gibi kabul edilmemeli vs. İnsan veya toplum hayatında bu böyledir diye, onu değiştirmek için mücadele etmemek olmaz! Siyaset de bu zaten.
Sonuç olarak iyi ki Erdoğan cumhurbaşkanı oldu.
Şimdi yaşanması gerekenler yaşanarak tüketiliyor.
Erdoğan tükeniyor yıpranıyor, eskiyor, tıkanıyor.
Erdoğan, torbasındaki siyaseti tüketiyor!
Umarım bu yazdıklarım okuyucuda, bir zamanlar kimi çevrelerin söylediği “Halk ne kadar fakirleşirse devrime o kadar yakın olur” absürt sözünü çağrıştırmasın. Belki de ben meramımı anlatamadım? (HŞ/HK)
Not: Ağrı’daki provokasyon, yazımda sözünü ettiğim ‘zorunlu’ zamansal çürümenin ve yaşanarak tükenmenin bir örneğidir. Ağrı’da yaşananlar, seçim öncesinde çıkarılmak istenen rezilliklerden biridir. Oradaki halkın aklıselim tutumu bu provokasyonu bozdu ve iktidar odaklarının elleri ayakları birbirine dolandı! İktidarın yalanlarından bıktık. Onların medyadaki Pinokyolarında ne izan, ne insaf, ne vicdan ve ne de ortalama bir ahlak kaldı! Bu yapılanlar iktidarın ömrünü biraz daha uzatmaya yarayabilir ancak bu toplumun ne hale getirildiğine, bu gidişatın insanların değerlerinde, ahlaklarında, zihniyetlerinde ne tür çöküşler yarattığına bir bakın! AKP 1990’ların o korkunç siyasi ortamının dilini kullanıyor. AKP devlete, devlet AKP’ye dönüştürülüyor! Başkanlık sistemindeki ısrarın temelinde de bu dönüşümü sonuçlandırmak yatıyor. İşte o zaman tek lider ve devlet parti bütünleşmesinin üzerine tüy dikilecek!
* Fotoğraf: Kayhan Özer - Ankara/AA