Elim klavyeye gitmiyor.
Kafam karışık.
Ne yazayım ben yani şimdi. Kolay mı 40 yıllık arkadaşın dostun arkasından yazı yazmak.
40 yıl önce kahkahalarımız ortalığı inletirken aklımıza mı gelirdi günün birinde birbirimizin ardından yazı yazmak zorunda kalacağımız?
Neyi yazacağım? Kim ne anlar, niye yazacağım?
Erbil’i anlatmak kolay mı? Niye anlatayım ki?
Off.
Hediye ettiği sukulent balkonumda bana bakıyor. Evvelki yaz Karaburun’daki evine gitmiştim, yılların hasreti ile uzun uzun konuştuk. Sonra ben giderken arka bahçede yetiştirdiği saksılar dolusu bitkilerini gösterdi. Kızılkahve rengi çiçek gibi açan ama çiçek olmayan bir bitki, bir sukulent hediye etti bana.
Pamuklara sardım, uçakta elimde taşıdım İstanbul’a getirdim, ektim. Sonbaharda uyuyor, her yaz çiçek gibi açıyor Erbil’in hediyesi...
Yoğun bakım haberi geldi. Bir haftadır gözüm sukulentte. Dibinden üç çiçek birden vermişti. Onlar büyürse Erbil iyileşecek diye kendimce totemler yapıyordum.
Olmadı, tutturamadım. Zaten neyi tutturduk ki hayatta...
Pek üzgündü Karaburun’daki evde konuşurken. Kızını ve torununu görmek istiyordu. Onlar İstanbul’da kendisi İzmir’de. Kızı da güzeller güzeli Ekin. Büyümüş de Boğaziçi’nde hoca olmuş.
Karaburun İzmir’in kazası ama gelip gitmesi biraz zor, biraz uzak. KOAH olduğu için nefes darlığına iyi geliyordu Karaburun’un tertemiz havası, orada yaşıyordu. Evi her zamanki gibi düzenli, derli toplu.. Zaten adamın hayatı düzen ve arşiv. Kalemleri muntazam açılır, sıra sıra dizilir, yazıları inci gibidir, not defterleri düzenlidir, sistemli not alınır. Adamın herşeyi düzenli. Ama kendi yerleşik düzenin isyancısı.
Erbilovski.
40 yıl önce bugünkü Rusya değil Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Bİrliği (SSCB) vardı. Komünist ülke. Şimdiki gibi Putin’ler filan yok o zaman. Komünistlerin başlıca özelliği de posbıyıkları. Stalin en meşhur komünist bıyık. Biz o zaman Cumhuriyet Ankara bürosunun acar muhabirleriydik. Gün boyu çalışır akşam hep birlikte yemek yer gezer eğlenirdik.
Erbil de pos bıyıkları salıvermişti o zamanlar. Ben de ona Erbilovski diyordum şakayla karışık.
Aradan yıllar geçti. Telefonu açıp “Erbilovski” dediğim anda benim aradığımı anlardı.
Erbilovski yıllar ve yıllarca düzenli bir gazeteci olarak 12 Eylül döneminin bütün işkencelerini, zalimliklerini, insanlara yaptıkları hainlikleri, 12 eylül rejiiminin arka planını yazdı, arşivledi, kayda geçirdi ve yayınladı.
Kitap kitap üstüne yazdı. Eylül İmparatorluğu... Bin İnsan Bin Tanık... Bin Belge... Paşa ile General... Bi dolu kitap işte. Onu yazmak kolay değil. O yazdı yazacaklarını.
“Yazdık yazdık ne oldu? Buza yazıyoruz galiba” diye söylenirdim aras ıra. Erbil kafasını sallar yazmaya devam ederdi.
40 yıl geçti. Şimdi bakıyorum bu sürede neler oldu?
12 Eylülcüler mezara gitmeden önce, yaptıklarından dolayı hiç değilse yargılandılar.
Erbil, saygın bir gazeteci olarak bir dönemi tarihe kayıt düştü.
Onuru ile yaşadı. Onuru ile aramızdan ayrıldı.
Yıllar yılları kovalıyor. Zamanlar akıp geçiyor. Zalimler, diktatörler hep iktidarda olacaklarını, hep egemen olacaklarını zannediyorlar, insanlara zulmediyorlar. Sonra ne oluyor?
Tarih baba affetmiyor. Zulüm yapanlar tarihin çöp tenekesine postalanıyor.
Zulme uğrayanlar, acı çekenler günün birinde galip geliyor. Zulmü kayda geçenler, insan haklarını savunanlar onurları ile yaşıyor ve tarihin güzel sayfalarında yerlerini alıyorlar.
İşte benim sevgili dostum, 40 yıllık arkadaşım Erbilovski de böyle onuru ile yaşadı.
Erbil Tuşalp aramızdan ayrıldı ama tarihe düştüğü kayıtlar unutulmadı. Tüm basın camiası onu saygı ile anıyor. Gazeteciler tarihin müsveddesini yazarlar. Sonra tarihçiler de onları temize çeker.
Biz yaşadık biliyoruz ama aradan 40 yıl geçti. Yeni kuşaklar için 12 Eylül bir tarih.
12 Eylül’ün ne olduğunu merak edenler Erbil Tuşalp’in tüm kitaplarını okusun.