Açık edepsizliğe suskun kalınan ortamlar arsızlığın serpilmesi için en uygun yerlerdir. Bu yüzden Anadolu'da, ''Hadsize had bildirmek yoksula esvap giydirmek gibidir'' derler. Öyleyse bu saikle girişilen her eylem aslında bir amme hizmetidir.
Ancak karşısındakini mahcup etmek üzere yola çıkmış bir insanı bekleyen en büyük tehlike, gösterdiği tepkinin karşı tarafta hiçbir etkiye sebep olmamasıdır. Zira utandırmak, sadece yöneldiği hedefin ahlakına bağlı olarak çalışan bir silahtır. Yani birisini etik açıdan eleştirmek için haklı gerekçelere sahip olmanız onun yüzünü kızartabileceğiniz anlamına gelmez.
Türkçede ''Suratına tükürsen ya rabbi şükür diyecek adam'', ya da '' Yüzü kösele olmuş insan'' diye bir karakterin tanımlanmış olması aslında sahici bir çaresizliğin adını koymak ihtiyacındandır. Bu tarz bir insan tipiyle muhatap olduğunuzda; öfkenizin ve emeğinizin çöpe gittiğini, dahası insana dair iyimserliğinizin zarar gördüğünü hissedersiniz. Böyle anlardan geriye elinizde yorgunluktan başka hiçbir şey kalmaz.
Türkiye'de özellikle medyada böylesine enerji israflarının giderek arttığını gördüğümüz günlerden geçmekteyiz. Etrafınıza baktığınız her an, haysiyet ya da edep sorunu içeren bir söz, metin ya da tavırla karşılaşabilir ve aynı anda onun tam karşısında konumlanmış ve eylemin failini etiğe dayalı bir söylemle utandırmayı hedefleyen bir naifliği görebilirsiniz.
Bu sıkıcı gösteri her vesile ile sergilenirken, bir takım insanlar adeta yetenek gibi kullandıkları utanmazlıkları sayesinde şöhretlerini diri tutmakta onların yüzlerini kızartmak derdine düşenler ise sonuçsuz olduğu açık bu denemeyi sürgit tekrarlamaktadırlar. Arsızların değirmeni onlardan rahatsız olanların çabaları sayesinde dönmektedir.
O yüzden artık herkesi bıktıran bu kifayetsiz eylemleri bir yana bırakıp ciddi bir toplumsal çağrıyı yapmanın vaktidir. Bu davetin muhatabı kategorik olarak iyi niyet sahibi herkestir. Arayışımız hayalî değil bilakis rasyonel, insani bir alanda sağlanacak mutabakata yöneliktir.
Bu bağlamda zehirli bir dille ortalığa hoyratlık ve kötülük saçanların karşısında yapmamız gereken; onları afişe etmek ve olabildiğince çok insanın ayıplamasıyla yalnızlaştırmaya çalışmaktır. Yani amaç utanmazı terbiye değil teşhir etmek olmalıdır.
Fakat bu çabanın işlerlik kazanması ancak gösterilen tepkinin adilliği ile mümkündür. Adillik ise tavır gösterenlerin ideolojik tarafgirliklerini bir kenara bırakıp etik değerleri herkese karşı eşit mesafeden korumaları ile sağlanabilir. Heterojen ve geniş bir yapıyla hayâsızlığın karşısına dikilmediğimiz sürece mikrop kendisine yaşayacak bir alan mutlaka bulacaktır. O vakit senden, benden demeden oyunun kurallarını herkese karşı aynı tavizsizlikle koruyabileceğimiz bir tavrı geliştirmeyi hep birlikte öğrenmeliyiz.
Herkesin her vesile ile birbiri ile çatıştığı bir toplumda böyle bir etik uzlaşmanın olabilirliğini ummak safdillik midir? Burada sözünü ettiğimiz, etiğin ne olduğuna ilişkin uzun ve derin tariflerin çok öncesinde basit bir aile terbiyesi kavramında bulaşabilmek umududur. Bir ülke, aile terbiyesine sahip olanlar ve olmayanlar olarak bölünebilir. Acil İhtiyacımız olan böylesine bir ayrışmayı gerçekleştirmektir. Bunun için uzun uzadıya ilkeler yazmaya, tutamayacağımız prensipler yayımlamaya falan hacet yoktur. Kazık kadar insanlarız ve öğrenmiş olduğumuz asgari terbiye ve ahlak kuralları işimizi görecektir.
Son günlerde epey tartışılan Engin Ardıç'ın devrimci kadınları ele alan '' Bacı'' adlı yazısı böyle bir birlik düşüncesinin hayata geçmesi için bulunmaz bir fırsat olabilir. O yazıda en temel insani edep duygularını zedeleyen ve marazi önyargılarla kadınlara saldıran Ardıç, bardağımızı taşıran son damla olmayı hak etmektedir.
Kendisinin ''Ortak özellikleri çirkin olmalarıdır bu kızcağızların. Hem çirkin hem pasaklı. Sorunları da budur. Bu yüzden hepsi birer "kompleks kumkuması" olup çıkmıştır. Önce kendi kendileriyle, sonra erkeklerle sorun yaşarlar'' diye hicap duyarak örnekleyebileceğimiz sözleri sonrasında toplumda oluşan tepkiye ve tepkisizliğe bakarak bundan sonraki yönümüzü çizebiliriz.
Engin Ardıç'ın hayâ duygusu olan insanları dehşete düşüren sözleri en basit kitabi tanımına baktığımızda görebileceğimiz gibi nefret suçu içermektedir. Ancak yazarın pervasızlığını açıklamak ve aslında güvendiğinin ne olduğunu anlamak için yazı sonrasında ortaya çıkan duruma bakmak yeterlidir.
Kendisi bu sözleri neticesinde ideolojik açından heterojen bir kesimden geldiğini söyleyebileceğimiz bir tepkiyle karşılaşmamıştır. Onu bu aşağılayıcı lafları için protesto edenler, yine sözlerin muhatabı olan devrimci kadınlar olmuştur. Toplumsal bir alanda herkesin gözleri önünde hakarete maruz kalan birisinin, diğer insanlar tarafından yalnız bırakılması herhalde en az hakaretin kendisi kadar acı vericidir. Ne var ki yazı sonrasında toplumda vuku bulan böylesine bir kaypaklık olmuştur.
En başta ana akım kadın dernekleri olmak üzere pek çok sivil toplum kuruluşu Ardıç'ın nefreti karşısında bu insanları yalnız bırakmıştır. Hâlbuki son yıllarda elimizi sallasak ''nefret suçu'' endişelerinin dile getirildiği yayınlara, toplantılara, eylemlere çarpmaktadır.
Belli ideolojik tavırlara sahip insanlar bu kürsülerde etnik aidiyetten cinsel tercihlere kadar pek çok alanda ''ötekinin'' maruz kaldığı tehditlere ilişkin kaygılarını dile getirmektedir. Fakat bu toplulukların -büyük kısmının bir anlamda bugün konjonktürel olarak aynı safta yer aldıkları- Ardıç hakkında benzer duruşları sergilemekten imtina ettiğini görüyoruz. Yazar için yaşam tam da böyle bir korunaklı alanda mümkün olmaktadır.
Ardıç kendisine gelecek tepkinin nereden geleceğini, nereden de gelmeyeceğini hesap ederek yazısını yazmıştır. Doğallıkla devrimci kadınların kendisini protestosu onun için sürpriz olmamıştır. Bu sözü sarf ettiği insanların tepkisinden endişesi olsa böyle bir yazıyı yazmayacağı açıktır. Dolayısıyla mesele bir grup kadına önyargılı ve nefret dolu sözlerle hakaretler eden yazarın, tam beklediği ve umduğu gibi sonlanmıştır.
Kendisinin yarın öbür gün benzer bir tavrı yeniden göstermekte bir çekince duyacağını bize düşündüren hiçbir gelişme olmamıştır. Demek it ürüyecek, kervan yürüyecek, olan Ardıç'tan lafı yiyene olacaktır. Bir nefret suçunun işlenebiliyor olmasının önünü açmak, sonunun nereye varacağını bilmediğimiz kötü bir maceraya başlamaktır. O yüzden gelecekte Ardıç'ın ardıllarının kimler olacağı, yeni nefret suçlarının ne şekilde, kimlere karşı işleneceği belirsizliğini korumaktadır.
Oysaki böylesine bir rezilliğin önünü ilk elden kesmek sağlıklı bir toplum yapısının ön koşuludur. Ben bir sosyalist olarak islamcı, liberal, ulusalcı, milliyetçi ve ideolojisi olmayan tüm kadınların böyle bir muameleye uğramaları halinde tavır almakla yükümlü olduğumu bilmek zorundayım. Bu herkes için geçerlidir. Cinsiyetçi, aşağılayıcı, küçük düşürücü sözlerin karşısında dururken insanlığın kendisi ideolojimiz olmalıdır. İki kişi kavga ederken içlerinden birinin lehine başkası kavgaya girdiğinde kayıtsız kalamamak insan olmakla ilgili bir tavırdır. Güçlünün ve kötünün karşısında, zayıfın ve iyinin yanında yer almak bir tercih meselesi değil vicdanın gereğidir. Zulme sessiz kalarak cevaz vermenin, tarafsızlık diye bir mazereti olamaz. Bu insanlık edimi açısından bir seçenek değildir.
Medya derneklerinden kadın platformlarına bilhassa liberal, islamcı ve sağcı insanların ağırlıklı olduğu kurumlardan devrimci kadınların uğradığı hakarete ilişkin doyurucu bir ses çıkarmamış olması içinden geçtiğimiz kara tünelin sonunun yakın olmadığını bize göstermelidir. Kuralları konulmamış bir oyunun kazananı olmayacaktır. Önce '' Sen o kızı bir öpsen, o saat liberal olurdu Emre'' diyebilen bir üslubun karşısında hep birlikte durmalı, ondan sonra ne savunacaksak onu savunmak durumundayız. Aksi halde söylediklerimizin bir kıymet-i harbiyesi olamaz.
Her birimizin diline pelesenk etmiş olduğu hassasiyetlerinin samimiyeti, onlara muarızımızın ihtiyacı olduğu anda göstereceğimiz tavırla sınanacaktır. İlke böyle bir şeydir, ve ilkesiz olmak başka bir yerden telafi edilecek bir eksiklik değildir. (BB/EÖ)