Dünyadaki 700 milyon taşıttan 62 milyonu Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) kayıtlı. Ulaştırma Bakanlığı’na göre buna her yıl 16 milyon yeni taşıt ekleniyor.
ABD’liler bu hızla 2030 yılında dünyadaki her üç araçtan birine sahip olacak. Tükettiği petrolün yüzde 70’ini ithal eden ABD’de ulaşımın tüketimdeki payı şimdilerde toplam tüketimin üçte ikisi düzeyinde.
2004’ten bu yana 4 katı artan ham-petrol fiyatları Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) üyelerinin gelirlerini, üretimi bir varil dahi artırmadan dörde katlamalarını sağlamıştı.
1972’de ABD savunma bütçesinin yüzde 1.2’si olan 4 milyar dolarlık petrol faturası 2006’da yüzde 50’si olan 260 milyar dolar oldu.
Bu rakamın 2008’de savunma bütçesini de aşarak 700 milyar dolara ulaşacağı öngörülüyordu.
Yeni ekonomik düzen!
OPEC üyeleri yeni ekonomik düzende (varili 100 dolardan hesaplandığında) 92 trilyonluk rezerv değeri ile global varlıkların yüzde 50’sinin sahibi ilan edildi.
Öngörüldüğü gibi hampetrol varil fiyatı 2010’da 200 doları aşarsa, Abu Dabi, Dubai, Katar, Kuveyt ve Suudi Arabistan tüm global varlıkların yüzde 80’ine sahip olacaklardı.
Öte yandan dört yılda dörde katlanan petrol faturasıyla başa çıkma yolları arayan Başkan Bush, okyanuslarda ve Alaska’da petrol çıkarma yasağını kaldırmak için Kongre’nin desteğini arıyordu.
Oysa ABD’nin kara, deniz ve buzulaltı rezervlerinin global payı sadece yüzde 3’tü.
Hesabını bilenler bu girişimin kamuoyu gündemini benzin fiyat ayarlamalarıyla her yıl kâr rekoru kıran Exxon-Mobil ve Chevron’un soruşturulması yönündeki baskılardan uzağa yönlendirmek için yapıldığı görüşündeydi.
Global Güvenlik Analiz Enstitüsü (GGAE) Direktörü Gal Luft da birçok uzman gibi, “Eğer bir çukura düştüyseniz, oradan kazarak kurtulamazsınız” prensibini savunuyor, çözümün petrole bağımlılıktan kurtulmak olduğunu vurguluyordu.
Luft, Şubat 2008’de Senato Dış İlişkiler Komisyonu’na verdiği raporda, OPEC petrol ambargosu döneminde Başkan Jimmy Carter’in “elektrik dönüşümü ve tasarruf” kampanyası ile ABD’nin elektrik üretiminde petrolün payının 10 yılda yüzde 2’ye indirilişini anımsatıyordu.
Dünyaya nükleer enerji teknolojisi satan ABD, kömürün de Suudi Arabistan’ı olarak biliniyor.
Luft’un sormadığı, “Neden ABD alternatif enerji politikalarını sübvanse etmiyor, otomotiv endüstrisine çifte-yakıt kullanan araç üretme koşulu dayatmıyor ve aksine Brezilya etanol’unun variline 22.68 dolar ek gümrük uyguluyordu?”
Bugünkü ABD yönetiminin kendine zarar verme politikalarının nedenini anlamak olası değildi.
Özetle iddia edilenin aksine petrol krizinin, tükettiği petrolün yüzde 70’ini ithal eden ABD’ye faturası , artan fiyatların “rezerv değerleme avantajı”ndan kat kat fazlaydı.
Buna tükettiği petrolün yüzde 40’ını OPEC’ten alan Çin ile yüzde 60’ını alan Hindistan’ı, yüzde 80’ini alan Japonya ve Güney Kore’yi de ekleyince faturayı ödeyecek insan sayısı global nüfusun yüzde 40’ını aşıyordu.
Öngörülen global büyüme hızıyla 2030’da yüzde 60 artması beklenen petrol tüketimi, uluslararası varlık transferinin akış yönünü ve korkunç boyutlarını ortaya koyuyordu. Bu krizin tek galibi OPEC'ydi.
Yeni ekonomik düzenin gölgedeki patronu aslında global rezervin yüzde 80’ine sahip olan Ortadoğu’ydu.
Demokrasinin yeşertilmediği bu bölgede ekonomik güç üç-beş kabile soylusunun elinde toplanıyordu.
Bunların da saltanat uğruna radikal İslamcı örgütlerini “Beni sokmayan yılan bin yasasın!” mantığıyla beslemeleri, hem Batı’yı hemde Doğu’yu dünya güvenliğinin geleceği konusunda oldukça kaygılandırıyordu.
Petrolü tuza çevirmek!
Petrolle gelen varlık ve güç aktarımı nasıl durdurulabilirdi? GGAE Direktörü Gal Luft’un bunun için “petrolü tuza çevirmeyi” öneriyordu.
18.yüzyılda gıda transferinde vazgeçilmez bir madde olarak yüksek stratejik öneme sahip olan tuzun konserveleme ve soğutma gibi teknolojilerin bulunmasıyla değerini ve önemini nasıl kaybettiğini anımsatıyordu.
Gal Luft, zengin tuz rezervleri nedeniyle o dönemin dünya ticaretindeki söz sahibi ülkeler olan Orissa, Tortuga, Boa Vista, Büyük İnagua, Türkiye Adaları ve Protekiz bugünkü konumlarına dikkat çekiyordu.
Luft, alternatif yakıtlarla petrolün de stratejik öneminin yok edilebileceğini savunuyordu.
İthal petrole bağımlılığını geçen yıl sona erdirmeyi başaran Brezilya bunun en somut örneğiydi.
1970’lerde tükettiği petrolün yüzde 80’ini ithal eden Brezilya, 30 yıllık bir planla, şeker kamışından elde ettiği “ethanol” ile “petrol”u saf dışı etmeyi başarmıştı.
Çin, kömür, doğal gaz ve tahtadan elde edilebilen ancak ethanolden daha düşük verimli “methanol”e dayalı bir programı devreye sökmüştü bile.
Global rezervin yüzde 10’una sahip İran bile, rafineri eksiği nedeniyle oluşan “benzin ithalatına bağımlılığını” 4 yıllık çok hızlı bir “ulaşımda doğal gaza dönüşüm” projesiyle aşacak bir plana yatırım yapıyordu. İsrail düşmanlarına bağımlılıktan kurtulmanın yolunu “elektrikli araba”da arıyordu.
Ailesi gibi kendisi de petrolcü olan Goerge W. Bush’un ABD’yi petrol bağımlılığından kurtarmak için ne bir planı ne de niyeti vardı.
ABD bu konuda ciddi adımlar atmak için yeni Başkan’ını beklemek zorundaydı. Oysa tükettiği petrolün yüzde 95’ini ithal eden Türkiye’nin enerji alternatifleri yaratmak konusunda planı da umudu da yoktu. Rüzgar, sahillerde ve vadilerde boşuna esiyor, güneş yılın 7-8 ayı dağı taşı boşuna kavuruyordu.
1950’lerde Marshall Planı’yla Türkiye’nin kaderini değiştiren mantık, ABD’de hâlâ iktidardaydı.
Ama ne global ısınma , enerji ve gıda krizleri, ne enflasyon, ne işsizlik, ne resesyon/gerileme ne de stağflasyon (ekonomik durgunluk ile enflasyonun aynı anda yaşandığı makroekonomik durum) bu dev ekonomiyi çökertmeye yetmeyecekti.
Sarsılacak, belki biraz küçülecek ve ağır ağır Pizza Kulesi gibi bir yana eğilecekti ama boylu boyunca devrilmeyecekti.
Çünkü burası reel asgari ücret 10 yılda yüzde 10 azalırken ve reel işçi gelirleri sadece yüzde 4 artarken, şirket kârlarının yüzde 107, CEO gelirlerinin ise yüzde 298 yükseldiği bir ülkeydi.
Burada halkın yüzde 20’si, mali varlıkların yüzde 91’ine ve borcun yüzde 26’sına sahip iken, kalan yüzde 80 halk ise varlığın yüzde 9’uyla yetiniyor ve borcun yüzde 74’ünü ödemek için çalışıyor, çalışıyordu.
Kısacası bu ekonomide her şeyi yapmak olasıydı.
Onlar kendilerini ne kadar zarar verseler de böyle veresiyeyi seven yağlı müşteriyi kaybetmeyi kim göze alabilirdi?
Ne yapılır edilir, “halk gelirinin artırılması ve harcanması bilimi” finansın yeni teknikleriyle birilerinin "eşeği boyanıp kendilerine geri satılarak" bu açıklar kapatılır, ABD ekonomisi düzlüğe çıkartılabilirdi.
Artık ABD’nin ne iflasına izin verilirdi, ne de başına buyruk “dünya liderliği”ni sürdürmesine.
Çok uluslu sermaye, dengeleri değiştirip “çok kutuplu dünya modeli”ni denemeye koymuştu bile.(CY/EZÖ)