Bazıları da, "Militanları kullanan ABD ve İngiliz gizli servisleri, uluslararası politikalarına ve Irak'taki varlıklarına gerekçe ve destek sağlamak için yaptı" diyebilir.
Bu sorular dallandırılarak şöyle de sürdürülebilir: "Türkiye, 2003'ün mart ayında Irak'ın kuzeyinde, yani kendi toprakları üzerinden ABD'nin cephe açmasını kabul etmeyerek, 2003'ün ekim ayında ise hükümetine Irak'a asker gönderme yetkisi vermesine karşın asker göndermeyerek, ne kadar ABD ve İngiltere'nin tarafında olmuştur?" Ya da, "ABD ve İngiltere'nin Irak'taki varlığına El Kaide saldırıları neden gerekçe ve destek sağlasın? Irak'taki çatışmalarda El Kaide ve benzer örgütlerin payı, oradaki Amerikalı komutanların açıklamalarına göre hemen hemen sıfır. Irak'ta işgalcilerle savaşan esas olarak Iraklılar, El Kaide değil. İstanbul'da patlayan bombalarla Irak'taki durum arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?"
Bu sorular, verilecek cevaplar önemli. Ama herhalde bir sorudan daha acil ve önemli değil. Şu soru: "Bombalara karşı kime güvenecek, hayatımızı kime emanet edeceğiz?"
Bu soru tüm diğer sorulardan daha önemli; çünkü ondan sonrası, gelecek denilen uzunluğu belirsiz zaman kesiti, bu soruya verilecek cevaba göre yaşanacak. Ve aslında cevaplar basit: ya devlet denen şeye güvenilecek, hayat ona emanet edilecek; ya da devlete güvenilmeyecek, güvenilecek başka bir şey bulunacak.
Bu son soru yüksek sesle sorulmadıkça, cevaplar yüksek sesle aranmadıkça ve hatta cevaplar yüksek sesle verilip başkalarıyla paylaşılmadıkça, bombaları kimin ve neden patlattığı sorularının üzerinde daima büyük, acil, hayati sorunun gölgesi olacak.
Gerçekte "uluslararası koalisyon" diye bir şey yok
Bombalama olaylarının Bali, Kazablanka, Riyad'dan sonra bize geldiği bir ortamda, bu eylemlerin koordinasyon içinde yapılan şeyler olmayabileceğini düşünmek mümkün değil. O zaman, güvenilecek adres olarak "devlet" deyince de bir "devletler koordinasyonu"ndan söz etmek gerekiyor: ABD başkanı George W. Bush'un 12 Eylül 2001'den beri söylediği gibi, "küresel teröre karşı savaş"ın uluslararası ittifak içinde verileceği bir "devletler koalisyonu".
Böyle bir devletler koalisyonunun iki yıldır mevcut olduğu varsayılıyor. Yani, "Ben teröre karşı savaşta sana yardım etmem, istihbarat paylaşmam" diyen devlet yok. Konu terör olunca, istisnasız bütün devletler "birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için" diyorlar.
Diyorlar demesine, ama mesela Irak'ın işgali gibi son derece kritik bir adımı terörle mücadelenin parçası olarak gören devletler var, görmeyen, hatta bu işgale şiddetle karşı çıkmış olan devletler var. Hatta işgali gerçekleştiren ABD ve İngiltere'de, ana politik partiler arasında bile büyük yaklaşım farklılıkları olduğu görülüyor.
O halde, terörle mücadelede atılması gereken adımlar konusunda dünya çapında bir uzlaşmadan söz edemiyoruz. O zaman şunu açık açık söylemek gerek: "terörle savaşta uluslararası koalisyon" diye bir şey gerçekte yok. Gerçekte devletler ya kendi başlarınalar ya da gruplaşmış durumdalar. Tüm dünya ölçeğinde, ortak görüş ve uygulamalar sadece sınırlı bir alanı kapsıyor. Üstelik bu alanlara istihbarat paylaşımı bile tam olarak dahil değil. Çünkü bir devlet, diğer devletin istihbaratına güvenmiyebiliyor.
O zaman biz, Türkiye'de, bombalara karşı ya sadece kendi devletimize veya kendi devletimizin de içinde yer aldığı (ya da almadığı?) bir grup devlete güveneceğiz ya da başka bir şeye güveneceğiz.
Baykal ve Tınç devletin "politik kanadı"na güvenmiyor
TBMM'de temsil edilen iki partiden biri olan CHP'nin genel başkanı Deniz Baykal, 18 Kasım 2003'de partisinin grup toplantısında AKP hükümetinin Hizbullah militanlarını serbest bıraktığını söyledikten sonra "Kime ne sinyali veriyorsunuz?" diye sorduğuna göre , devlete, en azından devletin yürütme organına güvenmiyor. TBMM'de çoğunluk AKP'de olduğuna göre, devletin yasama organına da güvenmiyor.
Bu tür sorular ve eleştiriler basında da dile getiriliyor. Mesela Orta Doğu ve Kafkaslar konusunda ülkenin en önemli yazarlarından Ferai Tınç, "Hükümet terörün ismini koymaktan çekiniyor. İslamiyet'in bir kalkan gibi terörizme alet edildiğini ifade etmek istemiyor. İslamcı terörü kınamakta zorluk çekiyor" diyor. Tınç, çok ciddi itham içeren bir bilgi de aktarıyor: "Moskova yönetimi, gerek Interpol aracılığıyla, gerek başka kanallardan Türkiye'ye Çeçenistan'da savaşa katılan, o bölgede faaliyet gösteren radikal İslamcı örgütlerle ilişkide olan Türk vatandaşlarının listesini vermiş. Önceki gün terörizme karşı mücadele konusunda bilgisine başvurduğum bir Rus yetkili, 'Biz her türlü bilgiyi temin ettik ama bu konuda ciddi bir takibata girildiğini görmedik' diyordu.."
Devletin "politik kanadı"na ("23 Nisan resepsiyonistleri") karşı azımsanamayacak bir güvensizliğin dile getirildiği ortamda, askeri ve sivil bürokrasi kanadına ("29 Ekim resepsiyonistleri") yönelik herhangi bir kuşku belirtene ise büyük parti sözcüleri ve büyük medya temsilcileri arasında rastlanmıyor.
Ama devletin bir kanadına da güvenebilecek olsak, hatta bu kanat istihbarat ve güvenlik gibi iki en temel alanı kontrol eden kanat da olsa, uluslararası bir yardımlaşma olmadan "küresel terörizm"le savaşmak mümkün değil.
11 Eylül empatisi ve "dünyanın en iyi insanları"
20 Kasım akşamı, televiyon kanallarında ortak bir cümle oluşmaya başlamıştı. Bu, "bizim de kendi 11 Eylülümüzü yaşadığımız"dı ki, pek yabana atılır bir benzetme değildi. Bombanın patlamasından hemen sonra oluşan dev bulutun uzaktan, İstanbul ve gökdelenler siluetinin üzerinde görünümü bile çok benziyordu New York'un 11 Eylül'deki haline.
Hürriyet'ten Ertuğrul Özkök, o gün yazdığı "Biz bu savaşı kazanacağız" başlıklı yazısına , "11 Eylül günü ülkelerinin dışında bulunan bazı Amerikalı dostlarımdan o gün neler hissettiklerini dinlemiştim. Dün aynı şeyleri ben de hissettim. Demek ki, ülkesi saldırıya uğrayan insanların hisleri birbirlerine benzer oluyor" diye başlıyordu. Yazının devamında da, "Dünyanın iyi insanları, özgürlük yanlıları, bir arada yaşama andı içmiş medeni fertleri aynı ortak düşmanın saldırısıyla karşı karşıyadırlar" diyordu.
ABD'nin başını çektiği, İngiltere'nin de ikinci güç olarak içinde bulunduğu küçük ama etkili bir koalisyonun parçası olmamız halinde, yani "teröre karşı savaş"la ilgili tüm temel konularda görüş birliği sağlamış bir cephenin parçası olduğumuz takdirde, "küresel terör"e karşı etkin bir savaş verebileceğimizi düşünenler olabilir. Devletin politik kanadı değilse de askeri - sivil bürokrat kanadının etkin olarak katılacağı böyle bir koalisyonun, mutlu, güvenli, aydınlık günlerin teminatı olacağı, böyle bir koalisyona güvenebileceğimiz, hayatlarımızı emanet edebileceğimiz iddia edilebilir.
Adres, teröre karşı "Venüslüler" koalisyonu mu?
ABD savunma bakan yardımcısı Paul Wolfowitz, 5 Mayıs 2003'de CNN Turk'te Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar'a verdiği cevaplarda, "Irak krizinde askerler güçlü liderlik gösteremedi" diyerek "kanatlardan biri"nin şahsında ve devletinde yarattığı hayal kırıklığını dile getiriyordu.
Türkiye'de yankı bulan bu sözlerle ilgili yorumunda Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt ise (İsrail Büyükelçiliği'nin Sheraton Oteli'nde verdiği resepsiyonda), Wolfowitz'in sözlerini anlayamadığını söylemiş ve eklemişti : ''Sağlıklı bir değerlendirme olarak görmüyorum. Ama saygı duyuyorum. Öyle düşünüyorlar. TSK, kendisine düşen görevi her zaman demokratik yollarla, usulüne uygun yerine getirir.."
Hürriyet'te Ertuğrul Özkök de Wolfowitz'in sözleriyle ilgili bir şeyler söylemişti. 7 Mayıs'ta şöyle yazıyordu : "Irak savaşı'nda Amerika ile Avrupa'nın sorunu, 'birinin Mars'tan, ötekinin Venüs'ten' oluşuydu. Bizimkinde ise 'ikimizin de Venüs'ten oluşu' etkili oldu.."
Durum gerçekten Özkök'ün dediği gibiyse ya da stratejik konularda Wolfowitz'i bir daha hayal kırıklığına uğratmayacak bir biçimde devletler arası koalisyon tesis edilebilecekse, güvenebileceğimiz bir adres oluşmuş sayılabilir mi? Tüm temel konularda görüş ve uygulama birliği içinde olan bir Türk - ABD anti-terör koalisyonuna, biz bombaların potansiyle hedefleri, canlarımızı gönül rahatlığıyla emanet edebilir miyiz?
"Puzzle'ı çözebilecek tek adam" yakalandı, ama..
"Küresel teröre karşı savaş" retoriği ve hedefinin yaratıcısı ABD yönetimi, terörüne İslam'ı bir kalkan gibi alet edenlere karşı medeniyetin koruyucu kalkanı olmayacağını son iki yıl içinde yaşanan olaylarda defalarca kanıtlamış durumda.
1. El Kaide ve Usame bin Ladin'i cezalandırmak üzere gittiği Afganistan'ı işgal etmesine karşın Ladin'i yakalayıp cezalandırmış değil. 11 Eylül saldırılarına karşı başlatılan "savaş"ın bu en önemli gerekçesi ile ilgili olarak bugün yoğun bir ABD faaliyeti, ABD'nin acil gündeminde bir "Ladin'in yakalanması" meselesi yok. Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref'in sözcüsü Raşit Kureyşi'nin "El Kaide'nin büyük patronu" olarak nitelendirdiği, El Kaide'nin "üç numaralı başı" ve "dünyadaki El Kaide puzzle'ını çözebilecek tek kişi" olarak da bilinen Halid Şeyh Muhammed'in 1 Mart 2003 tarihinde Pakistan'da yakalandığı duyurulmuştu . Daha önce, 11 Eylül 2002'de Karaçi'deki bir baskında çıkan çatışmada öldürüldüğü bildirilen Muhammed'in sorgulanması ile bugün herhangi bir somut sonuca ulaşılmış değil. Muhammed ile ilgili bir de kısa bilgi: Kuzey Carolina'daki Baptist okulu Chowan College ve gene aynı eyaletteki Agriculture and Technology University'de okuyan Muhammed, 1986'da buradan mühendislik diploması alıyor. Aynı dönemde Afganistan'a gidip ABD desteğindeki mücahitlerin içinde Sovyet birliklerine karşı çarpışıyor.
2. 1991'de uğradığı ağır yenilgi ve sonrasında maruz kaldığı uluslararası ambargo sonucu yere yapışan Irak'ın diktatörü Saddam Hüseyin'i bir fiskeyle yedi ay önce koltuğundan devirmiş olmasına karşın, terörü beslediğini iddia ettiği Hüseyin'i hâlâ yakalayabilmiş değil.
3. El Kaide'ye finansman sağlayan 14 şirketten biri olan MIGA'nın kurucularından Al-Bunnia şirketine, Irak'taki en büyük ihalelerden birini vermiş durumda . Yakınlarda basına sızan bir Birleşmiş Milletler raporunda, El Kaide'nin finansman kaynaklarına yönelik mücadelenin işbirliği eksikliği, hukuki açmazlar ve politik kararlılık yoksunluğundan dolayı başarısız kaldığı belirtiliyor. Raporda, El Kaide finansörlerinin İtalya ve İsviçre'de hâlâ aktif olduğu vurgulanıyor ve "terörist finansörler" listesinde yer alan Yusuf Nada ve İdris Nasrettin'in (MIGA) bu iki ülkede iş yapmaya devam ettikleri bildiriliyor .
4. ABD, Irak'a yönelik askeri harekâttan bir süre önce Saddam Hüseyin'in Lübnan asıllı Amerikalı işadamı İmad Hacı aracılığıyla ilettiği, "Abdül Rahman Yasin'i verelim" teklifine de sıcak bakmamış. Yasin, 1993 Dünya Ticaret Örgütü saldırısından aranan ve yakalanması için ABD tarafından 25 milyon dolar ödül konmuş kişi. James Risen'ın 6 Kasım 2003'de New York Times'da haber yaptığı ve gazetede baş sayfadan yayınlanan teklif, 2000 FBI görevlisinin Irak'a girip kitle imha silahlarını aramasını ve Irak'ta uluslararası gözlemciler denetiminde genel seçim yapılmasını da içeriyor.
Ama belki asıl vahim olan, son bir ayda peş peşe çıkan ve büyük medyada pek yer bulmayan üç "ihzar" ("subpoena") kararı. (Bir hukuk terimi olan "subpoena" sözcüğüne karşılık "ihzar"ı kullanarak hata yapmış olabilirim. Hata yaptıysam okurlardan özür dilerim.)
ABD Savunma Bakanlığı'na "ihzar" kararı
11 Eylül saldırılarını soruşturan ABD 11 Eylül Komisyonu 15 Ekim, 7 Kasım ve 20 Kasım 2003 tarihlerinde üç ihzar (subpoena) kararı çıkardı. Komisyonun bu kararları, 11 Eylül soruşturması açısından hayati önem taşıyan bilgilerin ilgili kurumlarca, aradan aylar geçmesine rağmen kendilerine iletilmemesi üzerine alındı.
Komisyonun böyle bir zorlayıcı hukuk yoluna başvurmak zorunda kalması olağan bir şey değil. Bilgilerin elde edilmesinde çaresiz kalmış olmasının ifadesi. Komisyon, tarih sırasına göre şu üç kuruma ihzar kararı çıkardı: ABD hava sahasındaki tüm uçuşlardan sorumlu federal kurum olan Federal Aviation Administration , ABD Savunma Bakanlığı ve New York şehir idaresi .
Komisyon üyeleri, saldırıların yaşandığı 11 Eylül 2001 gününe ilişkin hava savunması bilgilerini içeren belgelerin Savunma Bakanlığı'nca kendilerine iletilmesinde ciddi gecikmelerle karşılaştıklarını ve özellikle, o gün NORAD (Kuzey Amerika Hava Savunma Komutanlığı) ile belirli hava kuvvetleri komutanlıkları arasında yürütülen faaliyetlerin kayıtlarının temininde yaşanan sorunlardan "yılgınlık" duyduklarını ifade ettiler .
27 Kasım 2002'de resmen göreve başlayan 11 Eylül Komisyonu'nun en geç 27 Mayıs 2004'de raporunu vermesi gerekiyor.
ABD halkının tarihinde yaşadığı en acı olaylardan biri olan, tüm Amerikan vatandaşlarında alabildiğine derin izler bırakan 11 Eylül saldırılarının soruşturulması söz konusu olduğunda, "Görüyorsunuz işte, bürokrasi her yerde aynı" gibi şeyler söylemek mümkün değil. Burada soruşturma komisyonuna karşı, başta "Savunma" Bakanlığı olmak üzere dehşet verici bir direnç söz konusu.
CIA: "Hızlı ve dramatik bir değişim gerek"
12 Kasım 2003 günü Beyaz Saray'da bir Irak zirvesi yapıldı. Toplantıda, Bağdat'taki CIA istasyon şefleri tarafından hazırlanan rapor da ele alındı. Raporda, Irak'taki direnişin tabana yayıldığı belirtiliyor, 50 bin direniş savaşçısından söz ediliyor ve "Olayların yönünde hızlı ve dramatik bir değişiklik olmaması halinde denetimi kaybedebiliriz" deniyordu.
Bu "hızlı ve dramatik bir değişiklik olmaması halinde" ibaresini, farklı sözcüklerle de olsa, bir başka raporda da görmüştük.
Eylül 2000'de, Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz, John Bolton, Richard Perle'ün kurucusu olduğu "Project for the New American Century" (PNAC) tarafından yayınlanan "Rebuilding America's Defenses" raporunda , ABD'nin dünyadaki askeri üstünlüğünü garanti altına alacak "dönüşüm süreci" ile ilgili olarak şu söyleniyordu: "Dönüşüm süreci devrimci değişiklikler getirse bile, yeni bir Pearl Harbour gibi, felakete yol açan ("catastrophic") ve kolaylaştırıcı ("catalyzing") bir olay yaşanmaması halinde, bu uzun bir süreç olacaktır."
CIA şeflerinin "hızlı ve dramatik değişim"den ne kastettiğini bilemeyiz. Ama herhalde Cheney, Rumsfeld, Wolfowitz ve arkadaşlarının hazırladığı PNAC raporunda kastedilen "felakete yol açan ve kolaylaştırıcı olay"ın 11 Eylül saldırıları gibi bir olay olduğu söylenebilir.
11 Eylül saldırıları ile dünyanın çehresi nasıl bir anda değişmeye başladıysa, "Türkiye 11 Eylülü" ile bu kez ülkemizin, bölgemizin çehresi değişmeye başlar mı, nasıl değişir, onu şimdiden kestirmek mümkün değil.
Ama işte, terör olayları neden ve kim tarafından yapılıyor olursa olsun, asıl büyük soru tepemizde sallanmaya devam ediyor: Biz kime güveneceğiz? Bir "teröre karşı ABD - Türkiye ittifakı"na mı?
19 Kasım 2003 tarihinde Washington'da, ABD savunma bakan yardımcısı Paul Wolfowitz'in Genelkurmay İkinci Başkanı orgeneral İlker Başbuğ ile baş başa görüşmesinden hayırlı sonuçlar çıkmasını mı umacağız? Nedense büyük medyaya hemen hemen hiç yansımayan bu görüşmeden sonra düzenlenen ve Wolfowitz'le Başbuğ'un birlikte katıldıkları basın toplantısında, ABD Savunma Bakanlığı sayfasında ünvanı "Türk Savunma Bakanı" olarak geçen Başbuğ'un "çok başarılı ve verimli toplantılar yaptık" demesinden ne anlayacağız?
Umut
Bir şeye güvenilecekse, bir umut olacaksa, bu ancak terör soruşturmaların politik etkilerden, manipülatif amaçlardan uzak yapılması, istihbarat ve güvenlik güçlerinin de böyle çalışması ile mümkün. 15 - 20 Kasım 2003 bombalamalarından sonra, böyle bir ortamın yaratılması için acil olarak bir soruşturma komisyonu kurulması, bu komisyonda Meclis'teki iki partinin temsilcilerinin de bulunması gerek. Ama böyle bir komisyonun etkili çalışabilmesi için bile kamuoyunun ilgi ve desteği olması gerektiğini ABD'deki 11 Eylül Komisyonu deneyimi göstermiş durumda. Bilgiler kendisinden esirgendiği takdirde tepkisini gösterecek, tepksisini gösterirken kamuoyunun desteğini de arkasına alabilen bir komisyon, olayları aydınlatabilir.
Kaderimizi bir nebze olsun elimize alabilmenin, patlayan bombalara karşı bir nebze de olsa aktif olabilmemizin, umudumuzu koruyabilmenin başka bir yolu var mı?
ABD'de 11 Eylül 2001'den beri, belirli koşullarda demokrasi ve özgürlüklerin lüks olduğunu kabul ettirmeye çalışan, "küresel terör"le savaşabilmek için bazı özgürlüklerden fedakârlık yapılması gerektiğini savunanlar var. Oysa teröre karşı mücadelenin en büyük silahı, hiçbir şeyin kapalı kapılar ardında yapılmaması için kamuoyunun denetim ve baskı yaratabildiği bir özgürlük ortamı ve demokratik sistem. "Soruşturmanın selameti için gizlilik" söyleminin nasıl kör bir dünya yaratmak için kullanıldığını gördük, görüyoruz. Belirli aşamalarda gizlilik ile bu aşamaların sonlarında kamuoyuna raporlarla açıklamalar yapmanın hiç de çelişkili olmadığını, tam tersine çalışmalara ivme kazandırıcı bir yöntem olduğunu, belki bombaların potansiyel kurbanlarının en baştan başlayıp anlatması gerekiyor. Belki bu yöntemin benimsenmesi için uğraşmak gerekiyor. Teröre karşı mücadelede, değil bir risk, en büyük silahın demokratik sistem olduğunun kabul edilmesi için..
Neyse ki biz ABD kamuoyunun çok önündeyiz. ABD kamuoyunun büyük bir çoğunluğunu gerçekler ilgilendirmiyor. Onlar için, yalan da söylese, dolaplar da çevirse, kendi vatandaşlarının hayatına beş paralık değer de vermese, güvenin adresi kendi devletleri. Başkanları ile başkan yardımcılarının üç gün arayla birbirleri ile en kritik konuda çelişkiye düşmesini bile umursamıyorlar. Önce başkan yardımcıları (14 Eylül 2003 tarihindeki NBC programında Dick Cheney), "Irak'taki başarının anlamını açıklarken" şunları söylüyor: "Bize yıllardır, özellikle de 11 Eylül'de saldıran teröristlerin üssünün kalbine büyük bir darbe indirdik." Üç gün sonra ise başkanları Bush, "Saddam Hüseyin'in 11 Eylül olaylarıyla bağlantısı olduğuna dair hiçbir kanıtımız yoktu" diyor.
Ama Amerikan halkının yaklaşık yüzde 70'i, Saddam'ın 11 Eylül olaylarıyla "bir biçimde" bağlantılı olduğuna inanmaya ve yöneticilerine güvenmeye devam ediyor.
Bizde neyse ki böyle bir yüzde 70 yok. Ama bizim can güvenliğimizi sağlayabilmemiz için de, hem ABD kamuoyunun hem de diğerlerinin, hepimizin, "küresel terör"e karşı "küresel bir ittifak" içine girmemiz, terörle mücadelede demokrasi silahını kullanarak devleti tepeden tırnağa denetleyebilmemiz gerekiyor.
Çünkü, Hürriyet'te Ertuğrul Özkök'ün dediği gibi, "Dünyanın iyi insanları, özgürlük yanlıları, bir arada yaşama andı içmiş medeni fertleri aynı ortak düşmanın saldırısıyla karşı karşıyadırlar" (ŞA/EK)