Antonio NEGRİ'nin "İmparatorluk"un Fransızca baskısı dolayısıyla Le Monde Diplomatique Gazetesi için Ocak 2001'de kaleme aldığı makale kitabın temel yönlerini özetliyor.
Körfez Savaşı'yla Kosova Savaşı arasında, dört elle, Michael Hardt ile birlikte yazdığım "İmparatorluk"un temelinde iki ana fikir yatıyor. Birincisi, (Berlin Duvarı'nın yıkılmasından bu yana söylenegeldiği şekilde yalnızca makro-ekonomik paradigma olarak değil, siyasal kategori olarak da) yasal düzenlemelerden yoksun topyekun piyasa diye bir şey olmadığı ve bu yasal düzenin etkinliğini güvenceye alan bir iktidardan yoksun olarak varlığını sürdüremeyeceği. İkincisi, Bizim "emperyal" dediğimiz topyekun piyasanın yasal düzeninin yalnızca örgütlediği alan üzerinde yeni bir iktidar kimliği oluşturmakla kalmayıp yeni yaşama ve başkaldırma biçimleri, yeni üretim ve sınıf mücadelesi güçleri ortaya çıkardığıdır.
Berlin Duvarı'nın yıkılışından bu yana edinilen uluslararası siyasal deneyim bu varsayımı büyük ölçüde doğruladı. Böylece içinde yaşadığımız an hakiki bir tartışma için ve siyaset ve hukuk bilimini yenilemek amacıyla küresel iktidarın yeni örgütlenişinden başlamak üzere ortaya attığımız kavramların (daha doğrusu, adlandırmaların) deneysel olarak sınanabilmesi için bir kapı açmış oldu.
Topyekun piyasa
Bugün topyekun piyasanın varlığını inkar etmesi için insanın aklını kaçırmış olması gerekir. İnternette gezinerek bile piyasanın bu küresel boyutunun yalnızca akıl ürünü bir şey olmadığı ya da (Fernand Bradudel'in Rönesans'ın sonuyla ilgili olarak söylediği şekilde) uzun bir hayal etme pratiğinin ufkundan türemediği, tersine geçek bir örgütlenme ve hatta yeni bir düzen olduğu görülebilir.
Dünya piyasası her zaman olduğu gibi egemenlik alametlerini, askeri, mali, iletişimsel kültürel ve dilsel iktidarı kendi çevresinde birleştiriyor. Nükleer silahlar da dahil olmak üzere askeri iktidar bütün silahlı aygıtı elinde tutan tek bir otoritenin elinde; hegemonik bir paranın mevcudiyeti farklılıklara bölünmüş mali dünyayı kendi egemenliği altına alıyor; eldeki iletişim gücü tek bir kültürel modelin hatta uzun vadede tek bir evrensel dilin zaferiyle sonuçlanıyor. Bu uluslar üstü, küresel ve topyekün aygıta biz "imparatorluk" adını veriyoruz.
"Artık emperyalizm ve ulus-devlet yok "
Gene de bu "emperyal" egemenlik biçimiyle yüzyıllardır emperyalizm dediğimiz şeyi birbirinden ayırmak gerek. Emperyalizm bize ulus-devletin sınırlarından taştığını, çoğu kez modernleşme perdesi arkasında kapitalist uygarlığın Avrupa merkezli gelişme süreci dışında kalmış halkların zararına sömürgeci ilişkiler oluşturduğunu; ayrıca güçlü ulusların güçsüz uluslara yönelik siyasal askeri ve ekonomik, hatta ırkçı saldırganlığa başvurduğunu söylüyordu. Şimdiki "emperyal" evredeyse artık emperyalizm yok, ya da varlığını sürdürse bile bu, İmparatorluk değer ve güçlerinin dolaşımına yönelen bir geçiş olgusundan ibaret.
Aynı şekilde artık ulus-devlet de yok: Ulus-devlet, egemenliğinin üç temel özelliği olan askeri, siyasal ve kültürel egemenliği İmparatorluk'un merkezi güçlerine ya devrediyor ya da bu özellikler İmparatorluk tarafından soğuruluyor. Eski sömürge ülkelerin emperyalist ulus-devletlere tabi oluşu da kıtalar ve uluslar arası emperyalist hiyerarşi içinde ortadan kalkıyor ya da yok oluyor: Bunların tümü İmparatorluk'un birleştirici ufku içinde yeniden örgütleniyor.
Kolektif sermaye İmparatorluğu
Bu terimin ima ettiği hukuki formülün yenileştirilmesinde bunca ısrarlı iken neden buna "İmparatorluk" diyoruz. Buna, pekala, Duvar'ın yıkılması sonrasındaki Amerikan emperyalizmi denemez miydi? Bu noktada yanıtımız çok açık: Milliyetçiliğin son payandalarının bunu desteklemesine karşın İmparatorluk Amerikalı değil.Üstelik tarih boyunca ABD, İngilizler, Fransızlar, Ruslar yada Hollandalılar kadar emperyalist de olmadı. Hayır, "İmparatorluk" sadece ve sadece kapitalist: O "kolektif sermaye"nin, Yirminci Yüzyıl iç savaşını kazanmış olan gücün düzeni.
Dolayısıyla İmparatorluğa ulus-devlet adına savaş açmak, uluslararüstü düzenin gerçekliğinden, onun emperyal varlığından ve sınıfsal tabiatından tam olarak habersiz olunduğunu gösterir: Bu bir mistifikasyondur. Amerikalı kapitalistler kadar onların Avrupalı muadilleri de, Rusya'nın servetlerini yolsuzluğa borçlu zenginleri kadar Arap ülkelerinin, Asya yada Afrika'nın çocuklarını Harvard'da okutup paralarını Wall Street'e yatıran zenginleri de "kolektif sermaye" imparatorluğu nda yer alırlar.
Daha etkin daha totaliter bir düzen
Elbette Amerikalı yetkililer, emperyal hükümetteki sorumluluklarını reddedecek değillerdir. Ama ben ve Michael Hardt, bunun karmaşık bir sorumluluk olduğu kanısındayız. Amerikan seçkinlerinin formasyonu, büyük ölçüde çokuluslu bir iktidar yapısına dayanır. Amerikan başkanlarının "monarşik" gücü, büyük çokuluslu mali ve sınai şirketlerin "aristokratik" gücünün etkisi altındadır, bunların yanısıra yoksul ulusların ve işçi örgütlerinin tribünal işleyişini, kısacası sömürülen ve dışlananların "demokratik" gücünü hesaba katmak zorundadır.
Emperyal iktidar tanımının bu "Polibvari" (1) güncelleşmesi Amerikan Anayasası'nın çoklu hükümet etme işlevlerine dünya çapında genişlik kazandırarak onun başlıca dinamikleri arasına küresel bir kamusal alanının da katılmasını sağlayacaktır. Şu ünlü "tarihin sonu" belirlemesi bu kraliyet, aristokrasi ve demokrasi işlevlerinin tam da bu şekilde dengelenerek, genişletilmiş bir Amerikan Anayasasınca emperyal bir biçimde dünya piyasasına uydurulmasından başka bir şey değildir.
Aslında, İmparatorluk'un egemenlik iddialarının bir çoğu bütünüyle yanılsamadan ibarettir. Ama bunlar onun hukuk ve siyasetinin ve egemenliğinin kendinden önceki hükümetlere göre daha etkin ve elbette daha totaliter olmasını önlemez. Çünkü bu egemenlik ekonomik ve mali birleşmenin olanaklarını emperyal hukukun otoritesinin bir aracıymışçasına kullanarak dünyanın her yerine girer. Daha kötüsü denetimini yaşamın bütün yönlerinde artırmaya bakar.
İmparatorluk'un "biyopolitik" düzeni
Emperyal iktidarın daha ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren kazanmış olduğu "biyopolitik" özelliğini (yani, fordist bir emek örgütlenmesinden postfordist bir örgütlenmeye, imalatçı bir üretim tazından daha yaygın bir valörizasyon ve sömürü tarzına, toplumsal ve manevi biçimlere geçişi) vurgulamamızın nedeni budur. Bu biçimler yaşamın entelektüel ve duygusal eklemlenişlerine, yeniden üretim sürelerine, yoksulların bir kıtadan diğerine göç edişlerine damgasını vurur... Üretimim kendisi biyopolitikleştiğinden İmparatorluk biyopolitik bir düzen kurar.
Başka bir deyişle: Ulus-devlet, düzenin ve onay dinamiklerinin sürdürülmesini örgütlemek için bir disiplin aygıtı olarak iş görür ve böylece belli bir üretici toplumsal bütünleşme ve buna denk düşen bir yurttaşlık modeli oluşturur. Oysa İmparatorluk, denetim aygıtları geliştirir ve bunlarla yaşamın bütün yönlerine hükmeder. Bunları etkinliklerin, çevrenin, toplumsal ve kültürel ilişkilerin totaliter yönetilişine denk düşen üretim ve yurttaşlık şemalarına uygun olarak yeniden oluşturur.
Üretimin belli bir ülke toprağına bağlı olmaktan çıkışı, toplumsal akışkanlık ve esneklikle birlikte gerçekleşmesi aynı zamanda iktidarın piramitsel yapısını ve şirketlerin toplam denetim gücünü de artırır.
Bu süreç, yani uluslardan İmparatorluğa geçiş, zenginliğin fabrikalarda üretilmesinin yerini şirketlere bırakması, çalışmanın yerini iletişimin alması, disiplinli hükümetlerin yerine denetim süreçlerinin yerleşmesi artık geri dönülmez bir özellik kazanmış görünüyor.
Dönüşümün nedeni: Sınıf Mücadelesi
Bu dönüşümün nedeni nedir sorusuna bizim yanıtımız şu: Bize göre, bu, sınıf mücadelelerinin, Üçüncü Dünya ülkelerinin işçilerinin kavgasının ve kurtuluş hareketlerinin eski reel sosyalizm dünyasına girmiş olmasının sonucudur. Bu Marksist bir yaklaşımdır: Tarih sınıf mücadelelerinin ürünüdür.
Bu süreçte, işçilerin Taylorizme karşı mücadeleleri teknolojik devrimi hızlandırdı. Teknolojik devrim de üretimin toplumsallaşmasına ve bilgisayarlaşmasına yol açtı. Aynı şekilde sömürgecilik sonrası Afrika ve Asya ülkelerinde işgücünün karşı konulmaz bir güçle üretkenlik ve akışkanlık kazanması, emek piyasalarının ulusal katılığını aşındırdı. Son olarak da sosyalist denilen ülkelerde yeni teknik ve entelektüel işgücünün özgürleşme arzusu, çürümüş sosyalist disiplini dağıtarak dünya piyasasının Stalinci bir tarzda yapay bir biçimde çarpıtılmışlığına son verdi.
"İnsanlığın kurtuluşu" yaklaşıyor
İmparatorluk'un anayasası emek gücünün dünya çapında disipline edilmesi için kullanıla gelen eski sistemlerin krizine kapitalist tepkiyi temsil ediyor. İmparatorluk aynı zamanda sömürülenlerin sermayenin iktidarına karşı savaşında yeni bir aşamayı başlatıyor. Sınıf mücadelelerini kitleyen ulus-devlet de, sömürge devletler ve emperyalist devletler gibi sonuna yaklaşıyor. İşçi sınıfı ve proletarya hareketleriyle irtibatlandırıldığında kapitalist iktidar paradigmasındaki bu değişim insanların kapitalist üretim tarzından kurtuluşlarına yaklaştıklarını doğruluyor. Sosyalizmin korporatist düzenlemelerinin sona ermesine timsah gözyaşları dökenler, milli sendikacılık ve eski güzel günlerin hasretiyle yanıp tutuşan sosyal reformistler artık geride kalıyor.
Ama artık küresel piyasanın içindeyiz ve sömürülen sınıfların gün gelip Komünist Enternasyonal'de birleşecekleri düşünü dile getirmeyi umuyoruz. Çünkü bu yeni güçlerden bir kez daha doğduğumuzu görüyoruz.
İmparatorluk yıkılabilir
Bu mücadeleler daha da kitleselleşebilir ve İmparatorluk'un karmaşık örgütlenmesini istikrarsızlığa uğratabilir ve hatta yıkabilir mi?
Her soydan "gerçekçi", bu varsayıma şu yanıtı veriyor: Sistem çok güçlü! Ama eleştirel teori için akılcı bir ütopya hiç de bilinmedik bir şey değildir. Öte yandan başka bir İmparatorlukta değil, bu İmparatorluk'ta sömürülüp yönetildiğimize göre başka bir alternatiften söz edemeyiz. İmparatorluk, bir yüz yıl boyunca süregiden, insanlık tarihinde eşi görülmemiş proletarya mücadeleleri ertesinde kapitalizmin her bakımdan yenilenmiş örgütlenmesidir.
Dolayısıyla kitabımız bizim Komünizme ulaşma isteğimizi ortaya koyuyor.
Bütün bu çözümlemeler aslında tek bir soruya indirgenebilir: Kitlelerin sermayeye karşı dünya çapında yürüttükleri iç savaş İmparatorluğu nasıl yıkabilir? İster açıkta ister yeraltında yürütülüyor olsun iktidarın bu yeni zemininde verilen ilk savaşların deneyimi üç değerli gösterge sağlıyor.
* Bu çatışmalarda iş ve ücret garantisinin yanı sıra yaşamın yeniden üretiminin siyasal koşullarının denetimi bakımından yeni bir demokrasi isteği ortaya konuyor.
* Bu mücadeleler, ulusal sınırlar ötesine taşan toplulukların sınırların kaldırılması ve evrensel yurttaşlık talebiyle yürüttükleri hareketler halinde gelişiyor.
* Bu mücadelelerde yer alan bireyler ve gruplar, sürekli teknolojik devrim sonucunda kişileşen, dahası takma beyinleri haline gelen üretim araçlarının yarattığı zenginliği temellük etmek istiyorlar.
Kurtuluş Komünde
Bu fikirlerin büyük bölümü 1995 kışında Paris'te gerçekleştirilen gösteriler sırasında ortaya çıkmıştı. Büyük kentlerde yaşayanların kendi yıkıcı güçlerinin farkına vardıkları bu "karlı Paris Komünü", kamu ulaşımını yalnızca korumaya çalışmakla kalmamış onu yüceltmişti de. Bu deneyimin üzerinden yalnızca birkaç yıl geçti ama İmparatorluk'a karşı kavga verilen her yerde bir olgu daha da açık olarak görülüyor. Eski terimlerle dile getirilse de yeni bir bilinç doğuyor: Üretimde olduğu kadar yaşamda da ortak yarar, "özel olan"dan ve "ulusal olan"dan daha önemlidir. İmparatorluk'a yalnızca "komün" meydan okuyabilir.
_____________
1) Makedonya hükümdarlığının çöküşünden sonra Roma'ya sürgün giden Polybe Roma'nın Kartaca'ya karşı kazandığı zaferlerin ve Doğu'ya yönelişinin resmi tarihçisiydi. Gerçekleşmesine bizzat katkıda bulunduğu tarihsel olayların nedenlerini pragmatik bir yaklaşımla açıklamaya çalışmasıyla bilinir. İ. Ö: 210 ile 202 arasında doğduğu sanılan Polybe İ. Ö. 126'da öldü.