Ortadoğu coğrafyası, çağlar boyunca, sahip olduğu enerji kaynakları, iktisadi zenginlikler ve dinlerin kutsal inanç merkezleri yanı sıra, bölgenin kıtalararası stratejik bir köprü konumunda olması itibariyle dünyanın sömürgeci, egemen güçlerinin rekabet, çatışma alanı olarak yerini korumuştur.
Yakın tarihte, birinci paylaşım savaşı ardından, bölge üzerindeki hakimiyetin el değiştirmesiyle başlayan yeni dönem, gönümüze kadar uzanan, sorunsal yumağının başlangıcını oluşturmuştur ve sömürgeci emperyal güçlerin ittifakıyla, Ortadoğu’yu yeniden tanzim edecek, Sykes-Picot projesi dayatılmıştır.
Bu yeni statüko gereğince kimlik ve inançlar esasına göre yeni ulus devletler inşa edilmesi öngörülürken bölgenin bir çok kadim halkı (Kürtler, Ermeniler, Süryani, Çerkez ve Filistinliler) devletsiz bırakılacaktı. Nihayetinde Ortadoğu, Arap ulusunun çoklu suni devletleriyle yeniden şekillendirilerek, modern sömürgecilik siyasetinin temelleri atılmıştır. Aynı döneme tekabül eden ve sömürgeci emperyalist sistemi sarsan, ekim devriminin zafere ulaşması, dünya halkları lehine oluşturduğu olumlu iklim ve devrimci toplumsal dinamizme rağmen, Ortadoğu halklarına dayatılan yeni statükoyu parçalamaya yetmemiştir. Buna Osmanlının bakiyesi olan Türkiye de dahildir. İkinci emperyal paylaşımda yeniden ciddi çalkantılara maruz kalan Ortadoğu halkları, Manda yönetimlerine karşı, bağımsızlık mücadelelerinin başarıya ulaştırmış olmaları (Suriye, Mısır, Irak, Cezayir gibi) esasta bir değişime yol açmazken, döneme damgasını vuran, Siyonist İsrail devletinin kurulup resmi olarak kabul edilmesidir. Bu de facto durum, suni sınırlarla kurdurulan devletlerin birleşmesi yerine, kendini koruma ve güçlendirme refleksiyle, sınırlarının pekişmesini sağlamıştır.
Statükoyu değişime zorlamak
Bugünden geriye bakıldığında; bir asırlık projenin en büyük başarısı, emperyalist güçlerin bölgedeki çıkarlarıyla birebir uyuşan, Filistin ve Arap halklarıyla çatışan Siyonist İsrail devletinin kurulması, diğer yandan, suni sınırlarla oluşturulan devletlerin meşrulaşması ve devletsiz halkların statükoyu zorlayan mücadelelerinin bölücülük algısıyla anılmasıdır.
İçinden geçtiğimiz tarihsel sürecin konsepti göz atacak olursak;
1- Bir asır öncesi halklara dayatılan statükoyu değişime zorlayan toplumsal, siyasal ve askeri mücadelelerin (dört parçadaki Kürt özgürlük hareket ve Filistin mücadelesi) giderek güçlenmesi,
2- Bölge geneline yayılan, özellikle Suriye ve Irakta ciddi güç haline gelen radikal şeriatçı kuvvetlerin varlığı,
3- Arap baharı kalkışmasının emekçi halk kitlelerinde bıraktığı, kendine güven ve özgürlük tutkusunun giderek siyasal örgütlü bir güce dönüşme ve kendi yönetimiyle çatışma eğiliminin her ülkede güçlenmesi,
4- Bölgesel yönetimlerin birbirleriyle iyi komşuluk, dostluk ve barış içinde yaşama çabası yerine, dini, inanç, kimlik ve hegemonya rekabetine girmesi (Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail) ve Sünni-Şii kamplaşmasının derinleşerek hız kazanması,
5- Uluslararası emperyal güçlerin bölgedeki pozisyonu ve beklentileri gibi faktörlerin tamamı yeni konsepti belirlemektedir.
Görünen o ki, hiçbir dinamik yalınız başına seyrederek diğerleri üzerinde tam bir tahakküm kurarak amacına varması olası görülmüyor.
Tahrir ve Gezi; Yemen ve libya
Bundan hareketle, dönemsel hesap ve çıkarlar yapılarak uzlaşmaz, karşıt gibi gözüken güçler yan yana gelip ittifaklar kurarak birlikte davranmak durumunda kalabilmektedir. Bu durum, yerel, bölgesel ve uluslararası düzlemde; şeriatçı radikal İslami güçler, özgürlükçü, liberal ve devrimci güçlerle egemen devletler arasında üç ayrı etapta gerçekleşebiliyor olması, tamamıyla dönemin karmaşık ve karakteristik yapısıyla alakalıdır. Bir taraftan, Tahrir, Tunus, Manama, Gezi, Taksim, Rojava, Kobani, Kudüs yaşanırken diğer tarafta, Yemen, Libya, Suriye ve Irakta şeriatçı güçlerin katliamları, kurtarılmış bölgeleri ve devlet ilanları yapılmaktayken, ABD ve taşeronları, koalisyonlar kurup çıkarlarının gerektirdiği müdahaleleri farklı mekan ve düzlemlerde gerçekleştirmektedirler.
Halkların, özgürlük ve demokrasi ve barış talepleri karşısında, liberal burjuva seçeneklerin dahi gerisine düşerek, radikal şeriatçı güçlerden medet umacak kadar ürken emperyalist ve işbirlikçi bölgesel yönetimlerin, Ortadoğu’nun bütününde, özellikle Suriye ve Irak’ta, ''derin strateji uzmanları'' sayesinde düştükleri gülünç durumu anlayabilmeleri için dört yıla yakın bir zamanın geçmesi gerekiyordu. Arap baharı kalkışmasını maniple etmek, rotasından saptırmak ve daha sonraları Esat yönetimini yıkmak amacıyla, eğitip büyüttükleri radikal İslamcı şeriatçı güçlerin, çıkarlarını önceleyen bir yönelişe girerek başta
ABD ve diğer taşeronlarının çıkarlarını tali görmesi, tüm batılı güçleri harekete geçirmeye yetmiştir. Ama bu güçlerin tamamıyla yeniden kontrol altına alınması, terbiye edilmesi ve öngörülen bölge dizaynının gerçekleşmesi hedefi daha da karmaşık bir hal almıştır. Hele, Türkiye’nin, ''terör'' listesinde sayılan, IŞİD, Nusra ve Ahrar Al Şam gibi radikal şeriat güçleriyle ilişkiyi kesmemesi Müslüman kardeşlere sahip çıkması, körfez ülkeleriyle olduğu kadar, ABD'le de yeni sorunlar yaşamasını sağlamıştır.
AKP iktidarı, Suriye ve Müslüman kardeşler konusunda uğradığı hezimet ve güven yitimini kabullenmezken, rakip gördüğü İran’ın, Suriye, Lübnan, Bahreyn, Yemen ve Iraktaki güçlü konumu yanı sıra ABD'yle nükleer görüşmelerini devam ettirmesiyle bölgede güç ve saygınlık kazanması, AKP'nin tedirgin ve hırçın davranışlarını bir kat daha arttırmaktadır. Hele, Esat dururken, tüm koalisyon güçlerinin, Kobani direnişini IŞİD'a karşı desteklemeleri, içerde Kürt özgürlük hareketiyle, devrimci sosyalist güçlerin Kobani dayanışmasının, gündemi belirlemesi eklenince, AKP dünya kamuoyunda, IŞİD'le baş başa kalan bir tecrit yaşamıştır.
Hiç bir güç mutlak değil
Uluslararası ve bölgesel müttefiklerini kaybetmeyi göze alamayan Erdoğan iktidarı, çıkışı, ABD'nin isteklerini yerine getirme, diğer taraftan, Kürt özgürlük hareketinin ülkede ve bölgede yarattığı basınç ve tecritten kurtulmak için yeniden müzakerenin yolunu açmakta bulmuştur. Bu her iki politik değişikliğe rağmen AKP'nin düzlüğe çıkarak ne Türkiye nede bölge halklarına güven tazelemesinin kolay olmayacağı bilinmelidir. Zira, Sünni, muhafazakar ve şeriatçı güçler haricinde toplumun tüm emekçi sınıf, inanç ve kimlik kesimlerinde sahip olduğu kredisinin son sınırına dayanmıştır.
Türkiye’nin, bölge yönetimlerinin ve Uluslararası emperyal güçlerin, tarihsel sürecin bu aşamasında, Ortadoğu’da tam bir çıkmazla karşı karşıya olduklarını, ne geçmiş ne hazır sundukları projelerle kısa erimde bölgeyi, halklarının iradesine rağmen yalınızca çıkarlarına uygun olarak değiştiremeyecekleri ortaya çıkmıştır.
Geçmiş statükonun kaçınılmaz olarak, değişmek zorunda olduğu, yeni ve gelişmekte olan dinamiklerin eski kalıplara sığmayacağı, genelde Rojava, özelde, Kobani direnişiyle olduğu kadar, Filistin, Lübnan ve bir çok ülkedeki direniş hareketleriyle ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan diğer bir gerçek, ne ABD ne de hiçbir emperyalist gücün mutlak olmadığı gerçeğidir. Dolayısıyla, Ortadoğu’nun yeniden şekillenip dizayn edilmesi istense de hali hazırda emperyal güçler için ciddi bir çıkmazdır. Bu çıkmazı yaratanlar, ne Ortadoğu halklarının kendisi, ne de devrimci, özgürlükçü güçleridir. Tarihsel olarak, İsrail’i bölgeye taşıyan ve kimi kadim halkların kaderini tayin etmesinin önüne geçip, Sykes-Picot'yu dayatan sömürgeci emperyalist kuvvetlerdir. Onun içindir ki, bir asır boyunca, en ağır bedelleri ödeyen bölge halkları, suni sınırlara sahiplenmek yerine, eşit, özgür ve demokratik yeni bir yaşamı tesis edecek, en geniş cepheleriyle, emperyalist kuvvetlere ve taşeronlarına karşı mücadelelerini yükseltmek durumunda oldukları kaçınılmaz bir gerçekliktir. (BK/HK)