Suriye, Arap coğrafyasında bir önceki döneme ait emperyalist statükoyu berhava eden ayaklanmalar-devrimler silsilesinin en kritik momenti olacak gibi görünüyor.
Bu ülkede yakın dönemde yaşanacak/yaşanabilecek gelişmeler bölgede son bir yılda açığa çıkmış tüm radikal enerjiyi emperyalist vesayetin (hem de oldukça kanlı bir süreç içerisinden) ihyası yönünde soğurabilecek bir dinamik sergileyebilir.
Suriye'de rejimin Tunus ve Mısır örneklerinden çıkardığı ders, "yılanın başının küçükken ezilmesi" gereği idi ve daha en başından itibaren protesto gösterileri çok şedid bir baskıyla karşılandı.
Birleşmiş Milletler kaynaklı verilere göre ülkede protestoların başladığı zamandan bugünlere ölü sayısı 5 bini aşmış durumda. Bu yoğun baskı ve devlet terörü politikasına rağmen ülkedeki halk muhalefeti bir türlü sindirilemedi, etki ve yaygınlığını sürekli olarak artırdı.
Buna karşın Esad rejimi de çözülmedi, ülkeyi kanlı bir iç savaşa sürüklemek pahasına iktidar konumundan feragat etmedi.
Gelinen noktada, krizi iyice derinleştiren kendine has bir "pat durumu" söz konusu. Bu kararsız ve kanlı "denge", Suriye'deki halk hareketi ve dahası, bütün bölgede açığa çıkmış devrimci dinamikler açısından ciddi riskleri gündeme getiriyor.
Ayaklanma yol ayrımında
Halk hareketinin bir bölümünün militarizasyonu, askerileşmesi, Suriye'deki gelişmeler açısından tayin edici bir gelişme olabilir. Türkiye'de de sığınak bulduğu söylenen ve son dönemde adı sıkça duyulan Hür Suriye Ordusu, bu eğilimin açık bir örneği.
Hatırlanacağı üzere, Libya'da da ayaklanma çok hızlı bir şekilde askerileşmiş ve bu süreç bir emperyalist müdahaleyi gündeme getirmişti.
Ayaklanmanın militarizasyonu aynı riski, yani krizin uluslararasılaşma ihtimalini Suriye için de gündeme getirebilir. Bilindiği gibi, Suriye, Libya'dan farklı olarak bölgenin siyasal dinamikleri ve çatışma alanları içinde çok kritik bir faktör.
Daha şimdiden çok sayıda bölgesel güç gelişmeleri kendi lehlerine denetleyebilmek için devreye girmiş durumda: Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Lübnan Hizbullahı, Lübnan'daki Sünni güçler, İran ve sairenin ülkede şu ya da bu biçimde bir dahli söz konusu. Bütün bu güçler ülkedeki gelişmeler üzerine geniş bir dezenformasyon kampanyası yürütüyor.
Bu bakımdan Suriye'deki ayaklanmanın bölgesel çatışmaların bir arenası haline geldiği bir durumla, yani bölgesel ve uluslararası aktörlerin ülke içerisinde birbiriyle çatışan silahlı güçlerin sponsoru haline geldiği bir durumla karşılaşma tehlikesi mevcut. Bu bakımdan o ülkedeki iç savaşa referansla "Lübnanlaşma" olarak adlandırılabilecek bir iç çatışma riskinin arttığı söylenebilir.
"Lübnanlaşma"nın bir diğer belirtisi olarak siyasal ihtilafın bir mezhep çatışmasına dönme tehlikesi, siyasetin mezhebileşmesi tehdidi giderek daha belirgin bir hale geliyor.
Ülkedeki siyasal kriz ve otoriter rejime karşı ayaklanma bir mezhep çatışması halini alırsa bu, bütün Arap halk ayaklanmaları sürecinin ruhuna ve karakterine en büyük aykırılığı teşkil edecektir. Yani bu süreci tersine çeviren, ona ihanet eden, Arap devrimlerinin temsil ettiği dinamiğe karşı en ciddi gelişme olacaktır. Bu anlamda Suriye, son bir senelik Arap ayaklanmaları sürecinin bir turnusol testi haline gelebilir.
Şu ya da bu biçimiyle de olsa bir emperyalist müdahalenin gerçekleşme ihtimali de son dönemde giderek daha sık tartışılıyor. Muhalefetin, özellikle Batı'ya yakın ve yurtdışında olan kimi unsurlarının Libya örneğinden yola çıkarak en azından bir uçuşa yasak bölge, "yumuşak bir emperyalist müdahale" özlemi içerisinde olduğu aşikâr.
Bu eğilim Suriye Ulusal Konseyi nezdinde güç kazansa da ülke içindeki halk hareketinin esas taşıyıcı gücü olan Yerel Koordinasyon Komiteleri bir uluslararası müdahale ihtimaline şimdilik mesafeli yaklaşıyor. Bu ihtimal geçerlilik kazanır mı bilinmez ama süreç böyle devam ederse ciddi bir alternatif olarak karşımıza çıkacaktır.
Bir emperyalist müdahalenin yaratacağı tehlikeler Libya'dan çok daha vahim sonuçlara gebe olacaktır. Aslında Libya, emperyalist güçler açısından, gerek coğrafi nedenler gerekse Kaddafi rejiminin toplumsal desteğini büyük ölçüde yitirmiş olması nedeniyle çok "kolay" bir müdahale olmuştu.
Suriye'de bu mezhepsel ve etnik yapı söz konusuyken, Esad'ın hâlâ kayda değer bir toplumsal desteği varken gerçekleşecek bir emperyalist müdahale, hem sivil kayıplar hem de ülkede ve bölgede kışkırtacağı mezhepsel çatışmalar nedeniyle Irak benzeri vahim sonuçlara yol açabilir.
Emperyalizm ve kitle mücadeleleri
Bütün bu ihtimaller ve elbette Suriye'nin bölgede ABD-İsrail muhalifi kamp dahilinde yer alması, Türkiye'deki sosyalist hareket nezdinde Suriye'deki ayaklanmaya nasıl yaklaşılması gerektiğine ilişkin ciddi bir kafa karışıklığına neden oldu, oluyor.
İşin kötüsü, Suriye'de rejimin ayaklanma karşısında kendi konumunu meşrulaştırmaya dönük temel argümanı, yani ülkenin otantik bir halk ayaklanmasından ziyade bir uluslararası komployla karşı karşıya olduğu söylemi solda giderek yaygınlık ve geçerlilik kazanmış durumda.
Antiemperyalizm adına neredeyse Suriye'deki rejimi aklayan, ülkedeki halk hareketini emperyalist bir konspirasyonun aparatı düzeyine indirgeyen bir eğilim hâkim oldu.
Suriye'deki mevcut durum hususunda elbette nahif bir iyimserliğe yer olmamalı; ancak gerçek bir antiemperyalist tutumun otoriterizme mutlak bir karşıtlığı içermesi gerektiğinde de tereddüde yer olmamalı. Aksi bizi Beşar Esad ya da Kim Jong İl'in (pardon artık veliahtı Kim Jong Un'un) emperyalizm karşısındaki dayanılacak yegâne mevziler olduğu gibi absürd bir sonuca götürecektir. (Aslında Esad rejiminin "antiemperyalist" söylemi ülke içerisindeki otoriter rejimin en geçerli mazereti haline getirdiğini, fakat en kritik tarihsel anlarda rejimin ABD ve İsrail'in temel yönelimlerinden asla dışarı çıkmadığını geçerken not edelim.)
Asıl vahim olan, böylesi bir önkabulden yola çıkarak Suriye'de veya Libya'da iktidarlara karşı halk muhalefetinin niteliğine ilişkin edilen neredeyse her kelamın (bunların emperyalizmin kiralık adamları olduğu "tespiti" dışında) baştan emperyalizmin aklayıcılığı olarak görmenin kanıksanmasıdır.
Suriye'deki her muhalif Sünniyi Müslüman Kardeşler, AKP ve emperyalizm yanlısı, her Nusayri'yi de Esad yanlısı bir "ilerici" ilan eden kampçı bir sol anlayış, "emperyal merkezle sıfır sorun" siyasetini her geçen gün daha fazla içselleştiren ve Arap coğrafyasındaki halk ayaklanmalarını yeni stratejisi için bir laboratuvar olarak kullanmaya son derece hevesli olan AKP hükümetine ve olası bir emperyalist müdahaleye karşı gerçekten tutarlı bir mücadele açısından ciddi bir ayak bağıdır aslında.
Farklı etnik ve dini kimlikleri kompartmanlara ayıran egemen söylemi hiçbir eleştirel süzgeçten geçirmeyen, siyasal strateji ve tespitlerini içeriksiz bir AKP karşıtlığı üzerine inşa eden belirli sosyalist kesimler bu söylemin "insani müdahale" bağlamında AKP'ye nasıl bir siyasal meşruiyet kazandırdığını göremiyor maalesef.
Cinai karakteri aşikâr olan Esad rejiminin "uluslararası bir fesada karşı meşruu müdafaa içerisinde olduğu" söyleminin, Türkiye'nin de bir parçası olacağı olası bir uluslararası müdahaleye karşı geniş kitleler nezdinde antiemperyalist bir duyarlılık yaratacağını sanmak abes olacaktır.
Başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin Suriye'deki halk hareketini kendi çıkarları lehine araçsallaştırmak gibi bir stratejileri olduğu aşikâr.
Emperyalist güçler, tıpkı Libya'da olduğu üzere muhalefeti ehlileştirip çarpıtarak, kendi denetimleri altına alarak bölgedeki etkilerini artırma, Suriye aracılığıyla bilhassa İran ve Hizbullah'ı etkisizleştirme gayretindeler.
Bu emperyalist manipülasyon birçok Türkiyeli sosyalist çevrede Arap devrimci sürecine dair ciddi tereddütlerin oluşmasına sebep oluyor.
Oysa bir halk hareketinin emperyalist güçlerce kullanılmaya çalışılması, askeri müdahale için bir ayaklanmanın ya da devrimci hareketin manipüle edilmesi yeni bir şey değil aslında.
Amerikan emperyalizminin deniz aşırı müdahaleciliğinin tarihi böyle bir girişimle başlar: 1897'de Küba'da İspanyol sömürgeciliğine karşı ulusal kurtuluş mücadelesi patlak verir. ABD önce ayaklanmaya mesafeyle yaklaşır. Fakat daha sonra ayaklanmayı kullanarak Karayipler'de İspanyol gücünü zayıflatıp bölgeyi kendi etki alanı haline getirmek şeklinde özetlenebilecek bir yönelime girer.
İsyancılara yardım gerekçesiyle 1898'de adaya müdahale ederek İspanyolları yenilgiye uğratır. Ancak bu durum, yani İspanyolların adadan Amerikan silahlarıyla kovulması, Küba devriminin başarıya ulaştığı anlamına gelmiyordu elbette.
ABD İspanyollar kadar Küba halkının kendi kaderini tayin özlem ve mücadelesine de düşmanlık besliyordu. Küba İspanyollardan kurtulmuş şimdi de Amerikan hakimiyeti altına girmişti.
Peki o devirde yaşıyor olsaydık ABD'nin emperyal siyasetine karşı olacağız diye Küba'daki İspanyol hakimiyetini mi savunacaktık?
Aynı şey bugün Suriye için de geçerli değil mi? Emperyalistler ve dahi Türkiye gibi bölgesel aktörler Suriye'deki krizi kendi lehlerine bir fırsata dönüştürmek için manipülasyonlara girişiyorlar diye Suriye'deki rejimin kendi kendisini aklama/meşrulaştırma girişimlerini hoş görüp kabul mü etmeliyiz?
Mevcut güçler dengesinde maalesef tek bir yanıtı olmayan sorularla karşılaşabiliyoruz.
Suriye'de de bir yandan Esad rejimine karşı ayaklanan kitlelerin yanında olmayı savunurken diğer yandan da ayaklanmanın militarize olarak emperyalist güçlerin bir aracı haline getirilip yozlaştırılmasına karşı durmalı, durabilmeliyiz.
Unutmayalım, Suriye'deki gelişmeler Arap coğrafyasında yaşanmakta olan devrimci süreç açısından tayin edici olacak.
Emperyalist güçlerin ve Esad rejiminin, ikisinin de kendi metodlarıyla, halk hareketini bertaraf ederek krizin temel aktörleri haline gelmeleri, sadece Suriye'de değil, Mağrip'ten Maşrık'a bütün bölgede devrimin mezarını kazacaktır. (FB/HK)