Emil Galip Sandalcı, bundan 15 yıl önce bir 10 mart 1993 gecesi öldü. Cenazesi, ağır baskı ve işkenceye uğradığı 12 Mart rejiminin yıldönümünde, 12 Mart'ta kaldırıldı.
12 Mart döneminde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını engellemek için imza toplayanların ele başlarından olduğu düşünülerek, Altan Öymen ve Erdal Öz ile birlikte Türkiye'den Sohya'ya kaçırılan uçak olayına karıştıkları gerekçesiyle bir nevi "hava korsanı" olarak gözaltına alındı.
Tabii ki tek "suçu" imza toplamak değildi; dönemin özerk TRT'sinde hem Dış Yayınlar Daire Başkanı, hem de çalışanlar temsilcisi olarak Yönetim Kurulu üyesiydi. Her askeri darbede usulden olduğu üzere, o dönemde de TRT Genel Müdürlüğü koltuğuna oturtulan Musa Öğün için de bir baş ağrısıydı.
Gözaltında ağır işkence gördü
Aile dostuydu, benim de dostumdu. Ben, üç yaşındayken, İstanbul'da, ilk kez aile otoritesini kırarak bana bir kedi hediye getirmiş, annem küplere binmişti. Ben 14 yaşındayken cezaevinden çıkmış, Ankara'daki evin salonunda toplananlara sakin sakin gördüğü işkenceleri anlatmıştı. Kaba dayak, falaka, elektrik...
İşkence ile ilk yüzleşmemdi.
İlk kedi ve ilk işkence...
Tahmin edeceğiniz gibi hayatımda çok önemli bir yeri oldu. Gitti gideli,doldurduğu yer büyük bir boşluk olarak duruyor. Eminim onu tanıyan birçok insan için de durum aynı. Onu sahiplenmek imkansızdı, çünkü o, onu tanıyan herkesin Emil Abi'siydi.
Annemle TRT'de birlikte çalışıyorlardı, O, Daire Başkanı idi, annem de yardımcısı. Karşılıklı küfürlü kavgalarıyla büyüdüm. 12 Mart döneminde Emil Abi'nin arkasından annem de gözaltına alındı. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu sakini oldu. Aynı avluyu paylaştıkları cezaevi maceraları uzun süre anlatıldı.
Sonra 10 yıllık mutad darbeler zincirinde sıra 12 Eylül'e geldi.
Yine gözaltı...
Yine gözaltındaydı. Harbiye'de. Bu kez yediği dayağı ve gördüğü zulmü detaylarıyla dinleyemedim. Çünkü ben de Ankara'da Mamak Cezaevi'nde misafir ediliyordum.
Bu zorunlu ikametgah sonrasında, Türkiye'deki insan hakları ihlalleriyle ilgilenen uluslararası kuruluşlara yönelik beraber çalıştık. O dönemde Teşvikiye'deki evinde Af Örgütü ve Helsinki Watch temsilcileriyle yapılan sayısız görüşme ve toplantıyı anımsıyorum.
Onun yüzünden o dönemde kuruluşu büyük heyecan yaratan İnsan Hakları Derneği (İHD) kurucusu olamadım. Kurucu olmak için beni sakıncalı bulmuştu. Onun iteklemesiyle önce Dernek kuruluşunda sonra da İstanbul Şube'de Yönetim Kurulu üyesi olarak çalıştım. Kadın ağırlıklı bir çalışma ortamıydı bu.
Çünkü eşler, kardeşler, oğullar içerdeydi. Aydınlar ve tutuklu yakınlarının bileşimiyle uzun tartışmalardan sonra, (sadece cezaevleriyle ilgili bir örgüt mü olsun yoksa insan hakları ihlallerinin tümünü kapsayacak bir örgüt mü) İHD kuruldu. Tabii ki İçişleri Bakanlığı'nın kuruluşu engelleme çabalarıyla mücadele ederek.
Ne çok tartıştık, ne çok öğrendik...
Tutuklu yakınları ve aydınlardan oluşan aynı Yönetim Kurulu'nda 1990'a kadar çalıştık. İnsan hakları hepimiz için yeni bir kavramdı. İtişe kakışa, sık sık Emil Abi'nin bizi hizaya sokma çabalarıyla, el yordamıyla bu işi de öğrenmeye çalıştık.
O dönemden, (herhalde aydın kontenjanından) Şükran Ketenci'yi, Işıl Özgentürk'ü, Profesör Nuri Karacan'ı, Bekir Doğanay, Kemal Keleşçi, Emel Ataktürk, Mihriban Kırdök, Kanber Soypak ve Levent Tüzel'i (avukatlardan), Leman Fırtına, Şazimend Şulekoğlu, Melahat Sarptunalı'yı tutukluların annelerini temsilen, Filiz Karakuş, Serap Yakut, Esra Koç daha sonra Nimet Tanrıkulu, Filiz Koçali, Ali Armutlu, Lale Uluoğlu, Bade Özdemir'i (tutuklu yakınlarından) Yönetim Kurulu üyesi olarak hatırlıyorum.
Ne çok tartıştık, Emil Abi'den ne çok azar işittik ve ne çok şey öğrendik.
İnsan haklarının siyaset alanına doğru sık sık genişletmeye çalıştığımız sınırlarını, soğukkanlılığı, hoşgörüyü, uzalşmayı ve cesareti.
Evet, o dönemde gözaltına alınalara Emniyet'te "hadi Emil Galip gelsin de seni kurtarsın, bakalım" sözünün edilmesine neden olacak kadar ısrarlı telefonlarına, birçoğu dostu olan gazeteci ve köşe yazarlarının bu konulara girmemek için telefonlarına çıkmadığına, her hafta mecburen gittiğimiz mahkeme salonlarındaki soğukkanlılığına, öfkesine, yaşama sevincine, çocuğu yaşındaki insanlarla ortak çalışma konusunda gösterdiği hoşgörü ve demokratlığa şahit olarak.
Ancak, öğrendiklerimiz yetmemiş olacak ki, 90 yılında İHD istanbul Şubesi Genel Kurul'unda bir kısmımız onunla beraber, "devlet aydını" diye suçlanarak tasfiye olduk.
Etrafta solunacak hava kalmayınca...
Onun Dernek'te ve İnsan Hakları Vakfı'nda mücadelesi devam etti, sonra birlikte Helsinki Yurttaşlar Derneği kurucusu olduk.
1993'ün uğursuz martında insan ve insan hakları mücadelesiyle geçen ömrü, sanki artık etrafındaki havanın teneffüs edilemez olduğunu gösterircesine sona erdi. Nefes darlığından öldü.
Cenaze töreni, ağır işkenceye uğradığı 12 Mart askeri darbesinin yıldönümüne denk geldi. Ölüsünden bile çekinen devlet, cenazesi için Teşvikiye Camii'nde ve etrafında yoğun güvenlik önlemi aldı. Cenaze arabasını bile camiiye polisle kavga ederek sokabildik.
Emil Abi olmasının yanısıra, gençlik kuşağımın en önemli köşe yazarlarından biriydi. Doğruları onun sütunundan okuyabileceğimize inanırdık. 1 mayıs 1977 bunun çarpıcı örneklerinden biri.
Bütün hırçınlığı ve isyankarlığıyla beraber, sevgi dolu olan, bu sevgiyi cömertçe gösterebilen biriydi. İlkeliydi, boyun eğmeyenlerdendi, insan hakları ve demokrasi adına herkesle çelişmeyi ve çatışmayı göze alacak kadar cesur ve kararlıydı. Siyasal parti ve gruplarla faaliyeti yok denecek kadar az olsa da, gördüğüm en politik insanlardandı.
Cemal Süreya onun için, "Emil Galip Sandalcı, insanlığa gönderilen bir mektuptur" demişti.
Öleli 15 yıl olmuş.
Artık ne kadar az mektup yazıyoruz farkında mısınız? (MÇ/GG)