Seray kaldırım kenarına oturmuş, elinde sigara, saçları mavi, kira parasını nasıl kuaföre ve saç boyasına harcadığından bahsediyor;
“Böyle giderse bu evden de atılacağım…”
Taha, sarhoşluktan doğru dürüst konuşamaz bir halde, “Ben evi terk edeli üç gün oldu,” diyor, “ama biliyorum, eninde sonunda dönerim ama sen de aile evi de yok!”
Yanımızdan hani-şu-ailesi-zengin-çocuk geçiyor. Üstü başı yine yırtık pırtık, dar bir kot, kolları kesik bir kot ceket, rengi solmuş bir t-short. Mütevazı gözükmeye çalıştığını biliyoruz, ama inandırıcı mı? Kesinlikle hayır. Olsun, hemen yanımıza çağırıyoruz. Ona bira ısmarlatacağız.
Cumartesi, saat sabaha doğru beş, Demirören AVM’nin tam arkasında, Balo Sokak ve Küçük Bayram Sokak’ın kesiştiği yerde, Hüseyinağa mahallesinde, “sokakta” takılıyoruz. Bu küçük kesişim noktasını alternatif dans müzikleri çalan mekânlar, odalarında tuvalet bile bulunmayan paravan oteller, “sokağa” hizmet eden tekel bayiiler ve metalik bir gürültü dolduruyor. Hava soğuk ve söz konusu mekânlara girmek paralı. Hiçbirimizde tekel bayiine verebileceğimiz “bira” parasından başka para yok. Fakat istediğimizde içeri girebileceğimizi biliyoruz. Bu sokağın enerjisi, kaldırımlarda ve kaldırımları dolduranlara her zaman saygı gösteriliyor. İçeride çalan müziğin anlamını üzerimize giymişiz, içerisi de en az, sokak kadar, bize ait. Hele ki yanımızda içeri sokup bize içki ısmarlayacak insanlar getirmişsek.
Evet, herkesin herkese muhtaç olduğu bir eşitlik üzerinde, biz, biraz daha sokakta kalmayı, “temiz hava” almayı tercih ediyoruz. Çünkü Taksim’de, sokağın tam orta yerinde, elinde içki, sere serpe sabahı bekleyebileceğin bir başka “alan” bilmiyoruz. Çoğumuz öğrenciyiz, genellikle küçük bir işle meşgul olup harçlıklarımızı çıkarıyoruz. İçimizde bazıları var ki, tam anlamıyla, serseriler; 20 yaşında gözüküp, 30’u devirmiş işsizler. Yalnızca baba parası yiyenler, açık etmek istemedikleri ayrıcalıklarıyla hemen göze çarpıyorlar. Cezaları; elden ele paylaşılan sigaraları. Ne olursa olsun, bir nişan gibi, hepimizin yanında, belki yastıkaltında daha fazlasını biriktirmiş de olsak, en fazla 4 biralık para var. Ritüel böyle işliyor. Karşı tekel bayiisinden biralar, üşüdükçe biraz dans, sonra tekrar birbirimize laf atıp sohbet ettiğimiz sokak. Ekonomik, rahat ve sürprizlere açık bir birliktelik bu.
Tam o sırada, Emek Sineması’nın sokağından, bir başka arkadaşımız geliyor; elinde bir şişe viski, gözleri kocaman açık; “Bakınnn, ne getirdim!” Bir ev partisinden yalnızca bir duble eksilmiş büyük bir viski şişesini çantasına atmış, gelip bizimle paylaşıyor.
Emek Sineması’nın yerinden edilmesini tartıştığımız şu günlerde, Emek Sineması’nın yerine yapılacak o yeni yapı, pek az insanın bildiği bir değeri, bir dayanışmayı ya da en basit aktarımıyla, alternatif bir eğlence anlayışını tehdit ediyor. Taksim’de polisin soruları, kontrolleri ya da mekân sahiplerinin “hop, kalk ordan”ları olmadan, elinde içki, arkadaşlarınla ya da o tanımadığın diğer arkadaşlarınla, cebinde para olsun olmasın, renkli saçlar ve ikinci el ceketlerle, kaldırımın üzerinde sabahı bekleyebildiğin bir sokak; doğal, genç ve vahşi enerjisini kaybetmekle karşı karşıya.
Yırtık kotlar, saç, dans, çöpün yanında bayılanlar ve “disko ritmiyle uv uv uv”… Punk yaklaşık 40 sene önce kendini ifade etmenin zaferine ulaştı ve bizim topraklarımıza uğramadan tarihsellik içerisinde bazen yağmalanan, çoğunlukla ilham veren bir ifade biçimi olarak kendi tekrarı içerisinde sabitlendi. Türkiye, gençlerin ortak bir kutsama için bir araya gelmekte çok zorlandığı ve hatta bunu denemeyi düşünürken bile cezalandırıldığı bir ülke olarak, bu ifade biçiminin yıkıcı güzelliğinden nasiplenemedi. Şimdi, kendi karakterine sahip bu sokakta bile, bu eksikliğin izleri farkediliyor. Evden kaçanlar, ailesi uzakta olanlar ya da okumak için geldikleri büyük şehirde kafayı yiyenler; belirgin bir sosyal sınıf yok. Fakat aynı anda, ortak bir amaç da yok. Bu tarihsel eksiği, hemen oracıkta görüyorum. Adını bilmediğim bir çocuk, bir glam rock grubundan fırlamış gibi, üzerinde leopar, en fazla 60 kilo, birden politika konuşmaya başlıyor ve görüntüsünün tam tersi bir eskilikte, neredeyse, faşistleşiyor. Metropollüğüyle çok övündüğümüz bu şehir, çatışmacı ve cesur gibi görülen bu bireye, hiçbir gerçek sunmamış. Çünkü herkes, o küçük korunaklarda yaşıyor.
Toplumsal kodların belirlediği görüntüler şemasını büyük bir küstahlık ve güzellikle yıkmış bir genç, nasıl bu kadar umarsız olabilir?
Bu, nasıl bir potansiyelin boşa gitmesidir? Tam o sırada, ceket cebinde Kafka taşıyan bir arkadaşımız, devreye giriyor ve basitliğin üzerine barışçıl bir ikna isteğiyle yürüyor. Kısa bir tartışmadan sonra, içimizden biri, önce anne babasının kıyafetlerinden, sonra da onların fikirlerinden ayrışıyor. “Haklısın,” diyor, daha yarım saat önce ne söylediğinden habersiz BDP hakkında konuşmaya çalışan çocuk, “sonuçta hepimizi aynı şekilde üzüyorlar.”
İşte sokak, bir kaçış çizgisi, bir karışma şansı!
Sokağın en önemli tarafı, “yaşıyor” oluşu. Bir aydınlanmayı, bir hikâye takip ediyor. “Babam bana ‘top musun sen’ dedi,” diyor bir başkası ve gülme krizine tutuluyor. Pek çoğumuz “normal” ailelerin çocuklarıyız ve bu “normallik”, bir savaş demek oluyor. Bu abartılı örnek, aslında duygusal bir mücadeleyi simgeliyor. Hani-şu-ailesi-zengin-çocuk bile, aslında o ifade tutkusu ile kendi içine doğduğu sosyallikle bir çatışma halinde.
Evet, belki de ortak amacımız, bir ifade “alanı” açabilmek için aradığımız rahatlıktır. Belki kendimizi arıyoruzdur. Belki de tek amacımız beynimizi yok etmektir. Kimimiz sabah olunca aile evine geceye dair bir yalanla dönecek, kimimiz uyumak için birilerini arayacak, kimimizin gecenin sonuna dair bir fikri yok. Fakat bir kesinliğe gerek de yok. Haftanın bu günü, zaferlere ayrılmış. Haftanın geri kalanı boyunca, elinde eylem afişleri üniversiteye gidecek olan da var, gün boyu odasından çıkmayıp Madonna dinleyecek olan da. Önemli olan, kaldırımda oturmak ve birbirimize birbirlerimizi sunmak. Bu eşitliğin içerisinde tabii ki ekstra saygıyı hakedenler ve bizi büyülenler de var. Tarlabaşı’ndan bir Trans bir arkadaşımız gibi. İçkileri onun için tokuşturuyoruz biz de, o da onaylıyor: “Heralde kız!”
Bir gençlik kültürünün ana akıma topyekûn bir sıçrama yaşatamadığı bir ülkedeyiz. Şimdi, bu olasılığın gerçekleşebilme potansiyeline sahip yegâne bir şehir, İstanbul, hızla değişiyor ve maalesef, bu değişim, yine belirgin bir kanalda, yaşanırlığın yerine söz geçirebilmenin geçerli tutulduğu bir kanalda tartışılıyor.
Emek Sineması’nın üzerinde gerçekleşen tartışmalar, sosyal medya düzlemi içerisinde yankılanan ve genişleyen bir meseleyken, bu görünür tartışmaların dışında kalanlar, varoluşlarını politik bir nedene bağlayamıyorlar. Önce Demirören, sonra da tam yanına inşa edilmesi düşünülen o yeni yapı. Bu yeni binanın bir otel olacağı söyleniyor. Otelin balkonundan asfalta uzanmışların manzarasının görülmek istenmeyeceği çok açık. Emek’in gitmesi demek, bu arka sokağın da düşmesi demek. Taksim Gezi Parkı, Kadıköy’de saat 22.00’dan sonra içki yasağı, şehrin kendi kendini var edebilmiş özel noktalarının yavaş yavaş sterilleştirilmesi…
Şehrin cesur ve özgür alanları, yağmalanacak. Şehir kurudukça, içimiz de kuruyacak. Gelecek bahar, bir görevli gelip bizi dürtecek; “hey, hadi başka yere!” Sokaklar küçüldükçe, bir arada olmak zorlaşacak. Tıpkı Tarlabaşı’nda olduğu gibi, Sulukule’de ya da beton mahallelerdeki annelerimiz sıkışıp kaldıkları balkonlarda. Sokaklar kapanır, sokaklar açılır. Fakat dayanışmanın eksildiği kısacık bir an bile, gelecekten binlerce olasılığı alır.
Alacakaranlık vakti hava iyice soğuyor. En son kapanan kulübe girmeye karar veriyoruz ve müzikle bedenlerimizi ısıtıyoruz. Sabah 8’e kadar, son gücümüzle, dans ediyoruz. Cumartesi, Pazar oldu. “Hadi Dolapdere’ye”, diyor biri, “bit pazarına…” Sarhoşluktan ve yorgunluktan sızlananlar oluyor, sarhoşluktan ve yorgunluktan aşırı heyecanlananlar. 20 lirayı biralara harcadık, bir 20 lirayı da bir poşet dolusu kullanılmış kıyafete harcayacağız. Gök boş, kafalarımız boş, yalnız sokaklar; şehrin hala derdimizden anlar gibi bir hali var. (FD/HK)
Fotoğraf: Bayram Akcan - İstanbul / AA