*Ankara Katliamı'nda yaşamını kaybeden 9 yaşındaki Veysel Atılgan
Her şairin şiir yazma süreci farklıdır, kimisinden olduğu gibi düşer ve öylece kalır, kimisi imge avcılığına çıkar, kimisi de içinde olgunlaşan meyvenin düşmesini bekler…
Lakin her yazarın ortak bir süreç yaşadığını tahmin ediyorum. Zamana bırakma, zamanın süzgecinden geçirmek… Hafızamız acıları ve travmaları hep canlı tutar, ne kadar baskılarsak o kadar güçlü ve diri dönüyor, detaylara kadar indiriyor seni bilincin.
Bir şiir yazarsın, bir deneme yazısı kaleme alırsın, bir öykü kurgularsın, belki sayfalarca çeviri yapıp çekmecene koyup zamanın geçmesini beklersin. Dinlenen bir şarap gibi düşünün. Tortusu, çapağı, çiğliği, fazlası görünsün, düşsün diye zamanın boşluğuna bırakıverirsin. Bazı şiirler ne kadar demlenirse demlensin hep ister, zamanın kanından, ruhundan, acısı ve sancısı hep tazedir. Öfkesi diri ve iridir. İçinde umutları saklar, yakasını bırakmaz kanlı tarihin, zulümlerin.
Ezgileri çığlık olup dağları kırar, yüreğinde heyecanı, gözlerinde geleceği, sesinde sevgiyi tutar. Dizeler el ele tutuşur, soluksuz ve gür akar meydanlara. Uzun ve sancılı bir yolculuktur demiştik şiirin yolculuğu; Emek ister, Barış ister ve Özgürlük ister.
Meydanlarımızı, dar sokaklarımızı, yürüdüğümüz caddeleri, nefes almak için çıktığımız damlarımıza, balkonlarımıza kadar yaşanmaz hale getirenlerin her gün bize biçtiği mezar taşları var.
Gördük ki mezardan sonra da rahat yok bunlardan. Gidenlerimizin ardından diktiğimiz bir parça mermer taşına bile göz dikenlerin varlıkları çoğaldıkça çoğalıyor! Nasıl da başucundaki taşlarımızı kindar ve korkakça kırdıklarını gördük.
Çok korkuyorlar, korktukları için bu kadar barbarca, haince saldırıyorlar. Saltanatlarını, soygun ve talan düzenlerini meydanlarda sallayan emekçilerden, barışseverlerden intikam almak için namertçe bir savaşa girdiler, tertemiz meydanlarımızı kan gölüne çevirdiler. Barbardır bunlar, barbar. Hep bir yerlerimizi kanattılar, en güzel günümüzde bizleri vurdular, kaçak ve sinsice vurdular. Şair Mem Ronga’ın “Fereşîn”[1] şiirindeki dizeleri parçalanmış yüreğimizi ayna tutuyor:
li dilê xwe î windabûyî digerim
li dengê xwe î windabûyî
li perçên ‘eynika xwe ya şikandî
Yavaş yavaş geldiler. Sindire sindire on yıllardır adım adım yaklaştılar, kırk kılıf diktiler kendilerine; kravatlı çıktılar karşımıza, postalla geldiler, bazen solcu oldular, bazen din(ci)dar, bazen cemaatçi, bazen ümmetçi, bazen çağdaş ve ilerici, çoğu kez barbar, çoğu zaman sadece kupkuru faşist oldular.
Oldular o’cu, bu’cu fakat, olamadılar insan gibi bir insan. Hep vardılar ve hep almak için geldiler, çoluk çocuk, kadın erkek demeden, genç yaşlı gözetmeden göz çıkardılar. Bayramlarımızı, seyranlarımızı, gülüşlerimizi, umutlarımızı, çalışkan ve emekçi ellerimizi, düşlerimizi, halaylarımızı, içten gülüşümüzü bombaladılar. "Dağılmış pazar yerlerine döndü" günlerimiz, geleceğimiz.
Parçalanmış yüreklerimizi kırık aynalardan seyrettik, bitmemiş şiirlerimizin peşinden delice ve öfkeyle koşar gibi bizden aldıkları yüreklerin peşine düştük. Ne yazarsak yazalım hava da kalmayacak mı sevgili okur? Bağırdık, ses verdik. Bir toplumu ölüme, katliama, tecavüzlere, suikastlara, utanmazlığa, sessizliğe, yalan dolana, sahte dizelere, çakma kahramanlıklara alıştırdılar. Bir deyim var, onu değiştirip yazarsam daha iyi anlatmış olacağım, bana yöneticilerini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Düşlerimizi bombalayanlar yüzünden yansıyanı toplumun çoğunda okumak çok mu zor? Zor değil.
Orda duruyor gerçek, parçalanmış bedenlerin üzerine gaz bombaları attıranlar ve bunun tetikçiliğini yapanlar uzaydan mı geldi? Bir taraftan yürek işçiliği yaptığını ballandıra ballandıra anlat, diğer taraftan susan, çıtı çıkmayan, zulme karşı taş kesilenler, dilsiz şeytana döndüler. Kan deryasından avuç avuç içenlere kürdan kuşunun ve timsahın hikâyesini hatırlatmak isterim. İçinizde sakladığınız kin, iktidarın ağzından dışavurulandır, toplum neyse iktidarda odur, diyorum.
Aksini idaa eden olacaktır, itiraz edecektir. Fakat bir gerçek var, bunca zorbalığa, haksızlığa karşın iktidar terbiye edildi mi? Hayır. Gittikçe daha fazla işgal ve kan istedi. Çeyrek faşistten muhalefet bekleyen, eski kontra besleyicisinden duruş ve ilke bekleyen büyük bir kesim var. Merkez muhalefet buysa varın siz düşünün iktidarı ve onun ortaklarını.
Bu âlemde en zor olan hiç kuşku yok ki Barış’ı istemek ve onu başarıya götürmektir. Birçok kimsenin söylediği, barış istiyorsan önce savaş, diyenlerin içinde barışı istemek ne kadar gerçekçidir? Diyorlar ki Barış’ı istiyorsan önce kan dök, öldür, katliam yap, düşman bellediğinin kökünü kaz, dizlerini kır, açlıkla, susuzlukla terbiye et! Balık zaten baştan kokmaya başlamış.
Kandırıyorlar bizleri, yüzyıllardır kandırıyorlar. Devletten barışı istemek başlı başına hedefi ıskalamak değil de nedir? Yok mu oyun, yok mu kandırmaca?. Çok uzağa gitmeye gerek yok, yanı başımızda barış girişimlerinin sonuçlarını hep beraber gördük. Barış annelerinin bile barbarca itilip kakıldığı, gözaltına alınıp işkence edildiği, zindanlara atıldığı günümüzde, barışı her şeye inat seslendirmek, haykırmak, cesaret ister.
Yaraya tuz basmak ister. Dişini ve yumruğunu sıkmayı gerektirir. Halk düşmanlarından, bir dilin ve kültürün yok olması için elinden geleni ardına koymayanların, çocukların zindanda büyüdüğü, barış isteyenlerin yargılandığı, yerlerde sürüklendiği, adalet için bedenini ölüme yatıranların olduğu bir sistemden bir bardak su bile istenmez! O, bardağın içine zehir koyup verir sana.
Barışı istemek yürek ister, cesaret ister, güzellik ister, akıl ve vicdan ister… Karşımızda bu cesarette, bu vicdanda olan kimsecikleri göremiyorum. Rant ve soygun üzerine kurulmuş bir sistemin içinde barışı aramak, samanlıkta iğne aramaktan daha beterdir. iyi niyetli olmak, güzel düşünmek, kini gömüp geleceğe yürümek insan olmayı başarmış tüm kimseler için geçerli akçedir. Temellerini, varlığını, insanların kanı ve yok oluşu üzerine kurmuş bir yapından sadece çürümüşlük kokusu gelir burnunuza, kibirli ve aşağılayan gözler sizleri karşılar.
10 Ekim Ankara Katliamı'nın yıldönümündeyiz. Ankara Tren Garın’da omuz omuza verenlerin: Gür, haklı ve hakkaniyetli isteklerini bir kez daha buradan dile getirelim: Emek dediler, Özgürlük dediler, Barış dediler. Kansız, kibirsiz, eşit, adaletli bir yaşam için halaya duranların arasında bombalar taşıyıp patlattılar.
Katliama giden yolların taşları 5 Haziran’da İstasyon Meydanı'nda döşendi, sonrası 33 düş yolcusu ve 10 Ekim Ankara. Olan biten karşısında öfkeyle yutkunduk, yüreğimiz sıkıştı, katliamın büyük ortakları da ne kadar oy alacaklarının peşine düşmüşlerdi. Bunlar kasap değil de nedir? İnsanlar canların derdine düşerken, bunlar oyun, hilenin, xurdanın (hurda) peşindeydiler.
Kimisi kafasını pencereden bile çıkarmaktan korkarken, kimisi üstüne üstüne yürüdü celladın, tükürdü suratına. Kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırıp muktedirle hesaplaşmayan, sistemin kulu kölesi olanlara Bertolt Brecht’in “Mutsuzlar” şiirindeki dizeleriyle seslenmiş olalım: “Kardeşlerinizi boğazlıyorlar, göz yumuyorsunuz/Çığlıklar duyuluyor ama siz susuyorsunuz/ Aramızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki, sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz/B.k yiyorsunuz!”.
103 güzel insan, 103 deli yürek, 103 umut, 103 emekçi, 103 barışsever, 103 özgürlükçü, 103 adalet savunucusu, 103 ana, 103 baba, 103 çocuk, 103 kardeş, 103 kız kardeş, 103 arkadaş, 103 yoldaş, 103 kadın, 103 komşu, 103 yaşam… Sayı değil, bunlar sayı değil" Can can! Şair Anday’ın “Olsun da gör” dizeleriyle katliamda yitirdiğimiz canlara saygı ve özlemle:
Yazık olur bu düş yarı kalırsa
Barış günü insan hakkı yenirse
Köroğlu'nun sözü dinlenmelidir
Sivas ilinin Banaz köyünden
Pir Sultan Abdal dirilmelidir.
(ÇO/EMK)
[1] Kaybolmuş yüreğimi arıyorum
Kaybolmuş sesimi arıyorum
Parçalanmış aynamın parçalarında
*Manşet görseli: sosyal medya