Bu yazı Kemal Gözler'in https://www.anayasa.gen.tr adresinden kısaltılarak alınmıştır.
İstanbul Başsavcısı İrfan Fidan, Hâkimler ve Savcılar Kurulu'nun 27 Kasım 2020 tarih ve 606 sayılı kararıyla Yargıtay üyeliğine seçildi.
Yargıtay Genel Kurulu'nda Anayasa Mahkemesi üyeliği için Cumhurbaşkanı'na önerilecek üç adayın belirlenmesi amacıyla 1 Aralık 2020 tarihinde seçim yapılması gerekiyordu. Ancak Yargıtay Başkanlığı, bu seçimi Covid-19 sebebiyle 17 Aralık 2020 tarihine erteledi. (…)
17 Aralık 2020’de yapılan Anayasa Mahkemesi'ne aday gösterme seçiminde İrfan Fidan en çok oyu alarak birinci sıraya yerleşti.
22 Ocak 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı, Yargıtay Genel Kurulu tarafından gösterilen üç aday arasında İrfan Fidan’ı Anayasa Mahkemesi'ne üye olarak atadı. (…)
Görüldüğü gibi, Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından 27 Kasım 2020 tarihinde Yargıtay üyeliğine seçilen İrfan Fidan, atanmasından sadece 20 gün sonra, Yargıtay Genel Kurulu'nda 17 Aralık 2020 tarihinde yapılan Anayasa Mahkemesi üyeliğine aday gösterme seçimlerinde en yüksek oyu almıştır. (…)
Anayasa Mahkemesi üyeliği için aday belirleme seçimlerine, sadece 20 günlük bir üyenin katılması ve bu seçimlerde Yargıtay'da yıllarca çalışmış adayları geçerek en çok oy alması Yargıtay tarihinde görülmemiş bir şeydir.
Anayasa Mahkemesi'nin kuruluşundan bu yana Anayasa Mahkemesi'ne Yargıtay'dan seçilmiş toplam 44 üye olmuştur. (…) Yargıtay'dan Anayasa Mahkemesi'ne seçilen üyelerin Yargıtay'daki görev süresi ortalama dokuz yıldır. Yani Yargıtay tarihinde bir Yargıtay üyesinin Anayasa Mahkemesi'ne üye seçilebilmesi için Yargıtayda ortalama dokuz yıl görev yapması gerekmiştir. İrfan Fidan’ın ise Anayasa Mahkemesi üyeliğine Yargıtay tarafından aday gösterilebilmesi için Yargıtayda yirmi gün görev yapması yetmiştir.
İrfan Fidan ile Anayasa Mahkemesi'ne seçilen diğer Yargıtay üyeleri arasında neden böyle bir fark olduğu sorusunu sormak sanıyorum her Türk vatandaşının hakkıdır. (…)
Altını çizerek tekrarlayalım: Yargıtay tarihinde, İrfan Fidan dışında, atandıktan 20 gün sonra, Yargıtay tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilen veya seçilmek üzere Cumhurbaşkanı'na aday gösterilen bir başka üye yoktur. Bu istatistiksel veriler ortada anormal ve alışılmadık bir durum bulunduğu göstermektedir.
Yüksek yargı, geleneklerin, istikrarın, kıdemin, tecrübenin olduğu yerdir. Yargıtay tarafından Anayasa Mahkemesi'ne seçilen 44 üyenin ortalama kıdem süresi dokuz yıl iken, şimdi yirmi günlük bir üyenin seçilmesi Yargıtay'ın gelenekleriyle ne derece bağdaşır?
Yargıtayın saygıdeğer üyeleri, yetkilerini kendi adlarına değil, egemenliğin sahibi olan Türk milleti adına kullanır. Türk milletinin her üyesinin ortada bulunan bu anormal ve alışılmadık durumdan kuşku duymaya ve bunu sorgulamaya ve eleştirmeye hakkı vardır. Yapılması gereken şey, bu soruların ve eleştirilerin bir şekilde önüne geçmek değil, İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesi üyeliğine siyasî bir saikle değil, tamamıyla ehliyetle ve liyakatle seçildiğini ikna edici bir şekilde kamuoyuna açıklamaktan ibarettir. Bu seçimde İrfan Fidan’ın Yargıtay'ın kıdemli üyelerinin önüne geçiren istisnaî meslekî vasıflarının neler olduğu gösterilmelidir. Bir yüksek mahkeme, eleştirildi diye güvenirliğini ve saygınlığını yitirmez. Bir yüksek mahkeme, bu tür eleştirilere cevap veremezse veya bu tür eleştirileri geçiştirmeye kalkarsa veya bu tür eleştirileri dile getirenleri susturmaya teşebbüs ederse, işte o zaman güvenirliğini ve saygınlığını yitirir.
(…)
Kuvvetler ayrılığının temel varsayımı
Yukarıda da belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesi Türkiye’de kuvvetler ayrılığı sisteminin kilit noktası olan bir mahkemedir. Bu mahkemenin kendisinden beklenen fonksiyonu ifa edebilmesi için bağımsız olması gerekir. Anayasa Mahkemesi üyeleri gerçekte yukarıda eleştirilen şekilde seçiliyorsa, Anayasa Mahkemesi'nin bağımsız olması ve keza kendisinden beklenen fonksiyonu yerine getirmesi mümkün değildir.
Burada Anayasamızın bir suçu yoktur. Anayasamız, Anayasa Mahkemesi'nin bağımsız olmasını istemiş ve bu yönde düzenlemeler yapmış, Anayasa Mahkemesi'ne üye seçme yetkisini değişik makamlar arasında paylaştırmış ve bu şekilde her bir organın birbirini dengelediği ve sınırlandırdığı bir kuvvetler ayrılığı sistemi tasarlamıştır. Ne var ki bu sistemin işleyebilmesi için, sistemde kendisine yetki verilen her bir makamın kendisine verilen yetkilere sahip çıkması beklenir. Sistem bu varsayım üzerine kuruludur. Kendisine yetki verilen makamlar, yetkilerine sahip çıkmıyorlarsa, o ülkede, kuvvetler ayrılığı sisteminin işlemesi mümkün değildir.
Kuvvet kuvvetle sınırlanır. Kuvvetler ayrılığı teorisi birden fazla kuvvettin olduğunu varsayar. Kuvveti sınırlayacak kuvvetlerin olmadığı yerde kuvvetler ayrılığı teorisi büyük bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
Kuvvetler ayrılığı sistemi, sistemde kendisine yetki verilen makamlarda görev yapan kişilerin güçlü kişilikler oldukları ve kendilerine verilen yetkilere sahip çıkacakları varsayımı üzerine kuruludur. Bu kişiler yetkilerine sahip çıkmıyorlarsa, kuvvetler ayrılığından da, anayasadan da bahsetmenin bir anlamı yoktur. Böyle bir ülkede anayasal bir demokrasi bulunduğunu söylemek zordur.
(…)
Sonuç
Vakıa şu ki, bir ülkede kuvvetler ayrılığına “elveda” dedikten sonra, daha pek çok şeye “elveda” demek gerekiyor. Zira bütün anayasal sistem, bu ilke üzerine kuruludur.
Yukarıda açıklandığı gibi bir ülkede kuvvetler ayrılığı olmadan bir anayasal sistemin işlemesi mümkün değildir. Kuvvetler ayrılığından bahsedebilmek için ise, birbirine rakip kuvvetlerin olması gerekir. Kuvvetler ayrılığı teorisi, anayasanın yetki verdiği makam ve kişilerin kendilerine verilen yetkiye sahip çıkacakları varsayımı üzerine kuruludur. Bu varsayımın geçerli olmadığı bir ülkede, kuvvetler ayrılığı sisteminin işlemesi ve dolayısıyla anayasal kurum ve mekanizmaların çalışması mümkün değildir.
Maalesef Türkiye’de Anayasa'da ne yazarsa yazsın, kuvvetler ayrılığı kültürü çok zayıftır. Belki de, kestirmeden, kuvvetler ayrılığı fikrinin Türkiye’ye hiç uğramadığını söylemek bile mümkündür.
Bunun nedeni nedir? Bilmiyorum. Ama maalesef Türkiye’de kendi yetkilerine sahip çıkacak ve kendi yetkilerini ne olursa olsun savunacak kişi sayısının pek az olduğunu ve gün geçtikçe bu sayının daha da azaldığını her gün görüyorum.
Türkiye’nin asıl sorunu, anayasa yapmak ve değiştirmek değildir. Türkiye’nin asıl sorunu yöneticileri değiştirmek de değildir. Türkiye’de pek çok anayasa yapıldı. Bu Anayasanın yerine de yenisi yapılır. Türkiye’de pek çok siyasî iktidar değişti. Bu iktidar da değişir. Ama Türkiye’nin anayasa sorunu değişmez. Türkiye’nin asıl sorunu, anayasayı ve iktidarı değiştirmek değil, Türkiye’deki devlet ve hukuk zihniyetini değiştirmektir. Bu zihniyeti değiştirmedikçe, Türkiye’de anayasal demokrasinin kurulmasının imkân ve ihtimali yoktur. Haberiniz olsun!
Yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ
(NÖ)