Bilgisayarın boş sayfasına, o sayfada sadece "Elmas Anne" yazan beyazlığına uzun uzun bakarak, boğazımda kocaman bir düğümle, bilgisayarı kaç defa kapatıp açtım bilmiyorum. İnsan bu acıyı nasıl ifade edebilir?
Bu acının derinliğini, genişliğini boyutunu, hangi sözcük anlatabilir?
Yemeyip yedirerek, giymeyip giydirerek, ne çilelerle, ne umutlarla büyüttüğün evladının, devletin eliyle yok edilmesi!
Gözaltında kaybedilen birinin annesi, babası, kardeşi, yakını, sevgilisi olmak! Yüreğinin ortasında, sürekli zonklayan, ağrısı, acısı hiç dinmeyen, kocaman bir yara taşımak! Bir gün o yaranın deşileceğini, ağrısının, acısının, en azından bir kısmının dışarı akacağını umut ederek yaşamak!
Ama yıllar geçtikçe, çalınan kapıların karanlık tarafından, çaldığınız her kapının arkasından, bir el uzanıp kapıları yüzünüze kapattıkça, umudun gittikçe çekildiğini, büzüştüğünü, kuruduğunu görmek!
O sizden ağır çeken kocaman yaranın, son nefesinize kadar sizinle yaşayacağını, teniniz gibi üzerinize giydirildiğini anlamak ama bir türlü kabul edememek!
"Ürküten bir sessizliğin iki ucundayız biz/ Sevinçlerin kalbimize değmeden alındığı."
Bütün anlamların, umutların çekildiğini düşünün
İçinizin dışarı doğru aktığını, dizlerinizin bağının çözüldüğünü, gökyüzünün parçalanarak üzerinize yıkıldığını, hayatınızdan bütün anlamların, yüreğinizden bütün umutların, gözlerinizden bütün renklerin, ışığın çekildiğini düşünün!
Bir de gözaltında evlatlarını kaybetmiş anneleri! Bir de onlara bu tanımsız acıları yaşatan, katiller sürüsüyle birlikte, aynı ülkenin toprağına basmanın, aynı havayı solumanın dehşetini!
Bütün cumartesi anneleriyle, yakınlarıyla, insanlarıyla birlikte, her cumartesi, diz dize oturarak, göz göze bakarak, birbirlerine dokunarak, tutunarak, yaslarını bile, birlikte yaşamalarına izin verilmemesini!
İşte o anneleri, cumartesi annelerini, gözaltında kayıp edilenlerin babalarını, çocuklarını, eşlerini, kardeşini, gün oldu gözaltına aldılar, gün oldu copladılar, dövdüler, hakaret ettiler, hatta ceza evine attılar. Devletin o zalim yumruğu, yıllardır tepelerinin üzerinde durdu ve duruyor.
"Bir gün sizin de birden/ Babanızı aldılar mı uzanan elinizden/İri kıyım, kar maskeli, postal, dipçik, küfürle/Çaldığınız kapılardan eli boş döndünüz mü?/Dağlar yığıldı mı hiç üstünüze."
Elmas Eren anne, bu acıyla, yıkımla, acımasızlıkla tam otuz dokuz (39) yıl yaşadı ve mücadele etti. Bir devletin, bir insana, işkence ederek, devlet eliyle yok etmesi, en acımasız, en alçakça yöntemdir.
Anneler hep acı çekti
On yılda bir, on yılda bir askeri darbelerin getirdiği yıkımlarla, bu ülkede anneler hep acı çekti. Hep ikinci bir sıfat taşıdılar adlarının yanında. Cumartesi annesi, mahpus annesi, 12 Eylül annesi, kayıp annesi.
Elmas anne bu sıfatların hepsini yaşayan, bir annemizdi. 21 Kasım 1980'de, Hayrettin Eren'in gözaltına alındığı günden tutun, ta ki son nefesini verene kadar, umutla umutsuzluğun arasında kavruldu.
Elmas anne, Emine Ocak anne kadar "şanslı" olamadı! Çünkü Emine annenin gidip taşını kucaklayacağı, ağıt yakacağı, toprağını okşayacağı, çiçek götüreceği, gözaltında katledilen, Oğlu Hasan Ocak'ın bir mezarı vardı artık!
Meğerse ne kadar şanslıymış Emine anne (! )Ama Elmas anneye, bir parça kemiği, bir avuç toprağı bile çok görmüşlerdi. Gözleri hep evlat izinde, kafasının içinde karınca yuvası gibi birbirine dolaşan sorularla, buna 'yaşamak' denirse o da evet 88 yıl yaşadı!
Ama Elmas anne, hakka, adalete, davasına inanmış bir militandı. Çaldığı kapılarda itilip kakıldıkça, dövülüp, kovuldukça direnmenin, yaşamın yarısı olduğunu, direnmenin onurlu yaşamanın hepsi olduğunu öğrendi.
Yüreği ne kadar yanarsa yansın, dizlerinin bağı ne kadar heybetli gövdesini taşımaya zorlanırsa zorlansın, davasından, arayışından asla vaz geçmedi.
"Bir tesadüf sonucu bir kazı sırasında/Sanki kavuşmuş gibi koştunuz mu sevinçle/ Çürümüş birkaç kemik oğlunuzu diyorum/Verdiler mi bir poşetin içinde."
"Teyze başını derde sokma"
Elmas anne, oğlu Hayrettin Eren'in, 12 Eylül zulmünün kan içtiği günlerde, Saraçhane'de altı arkadaşıyla birlikte gözaltına alındığını, Hayrettin Eren'in arkadaşlarından öğreniyor.
Sonrasını Elmas anne şöyle anlatıyor.
"Karagümrük Karakolu'na gidip takip ettiğimizde şubeye götürdüklerini söylüyorlar. Gayrettepe Şube'ye gidiyoruz.
"Öyle biri yok, biz de arıyoruz, bulamıyoruz" diyorlar. Tekrar Karagümrük'e geliyoruz. "Yok" diyorlar. "Yanlışlık oldu" diyor ardından. Gözaltı defterinin bir sayfasını yırtıyorlar. Çıldırıyorum, çıldırıyorum. O zamanlar böyle değildim, gençtim. Elim, ayağım tutuyor.
İstanbul kazan ben kepçe dolaşıyorum. Gittim bir gün şubenin önüne. Kasım ayıydı. Kasım ayında puslu, çamurlu havalar oluyor.
Kapıdaki görevliğe "Hayrettin Eren'in annesiyim. Burada diyorlar" dedim. "Teyzeciğim ben sana haber getiririm dedi.
Gitti, iki dakika durdu durmadı, bir kahkaha ki yırtıyor ortalığı. Geldi, "yok, yok teyzeciğim" diyor. Ama "çocuk yok " diyemiyor gülmekten. "Oğlum niye alay ediyorsun" dedim. Cevap vermedi.
Arkama baktım iki üç araba duruyor, bizim araba da orada. "Oğlum sen, Hayrettin yok dedin ama arabamız bura duruyor dedim." Gri elbiseli, şapkası inik biri geldi. "Ne arıyorsun" dedi.
"Oğlum burada, arabamız bu" dedim. Plakası yok fakat vurulan yerden, içinde ki dekordan tanıdım arabamızı. Sağ kolumdan itti beni. Dört ayak durdum.
Ellerim çamurlandı. Kalktım bir ellerime baktım, bir polise. "Teyze başını derde sokma "dediler. Kovdular beni, eve geldim. Çıldırıyoruz, ne yapacağımızı bilemiyoruz."
"Bir annenin elinde ki o resme/Baktınız mı, o tufan, o dehşete/Mezarsız kaldı mı bir sevdiğiniz/Ateşe can süren bir kıyametle/Razı geldiniz mi hiç ölüsüne.//Bir demet çiçekle yalvardınız mı?/Koymak için bir mezarın üstüne."
"Biz de onu arıyoruz"
Sonrası Hayrettin Eren ile birlikte alınan insanları mahkemeye çıkarılıyor, onlar Hayrettin Eren'in kendileriyle birlikte alındığını, Gayrettepe siyasi şubede gördüklerini, işkencelerden geçirildiğini, orada olduğunu söyleseler de, ne kimse ilgileniyor, ne de tanıklardan ifade alma gibi bir kaygıları oluyor.
Her nereye başvurursa vursun, Elmas annenin tek duyduğu şey "Hayrettin Eren gözaltına alınmadı" "Biz de onu arıyoruz" cevabı oluyor. 2011 yılının Şubat ayında, kayıp yakınları olarak görüştükleri dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'a " Oğlumun bir tek kemiğine bile razıyım. Senden oğlumun mezarını istiyorum" demişti.
12 Eylül faşizminin, devamı olan koltuğu, o koltuğun sıcaklığına sokulan Erdoğan'ın içinden neler geçiyordu o an, onu bilemeyiz. Ama Elmas Annenin isteği yerine getirilmedi. O güzel gözleri açık gitti. Sahi, Berfo anneye de yerine getirilmeyen bir söz verilmişti öyle değil mi?
"Kirli gri torbada bir piyango umudu/Baktık ki "kral çıplak" Basbayağı Nü..."
21 Kasım 1980'den, son nefesini verdiği güne kadar, aradı oğlu Hayrettin Eren'i. Oğlunun akıbetini, kime sorduysa duymaz, bilmez oldular. Hangi kapıyı çaldıysa, upuzun bir kahkahayla yüzüne kapıları kapattılar.
12 Eylül faşist darbesi, yıkıcı bir tufan gibi geçti ülkenin üzerinden. Sosyalist insanlar kaybedildi, idam edildi, öldürüldü, işkencenin her çeşidini tadarak, cezaevlerinde ömür tüketti. Ya canını, ya da sağlığını kaybetti.
"Öteki sayılmanın ne demek olduğunu/ Bileniniz var mıdır? Sevgisini tüketen bir devletin gözünde."
Cumartesi annelerinin, her Cumartesi saat 12'de toplanıp oturdukları Galatasaray meydanı annelere, kayıp yakınlarına, cumartesi insanlarına, uzun süredir yasaklamıştır.
Yaslarını tutmaya, birbirlerinin yarasına dokunmaya, gözlerinde ki umudu veya acıyı paylaşmaya bile izin verilmemiştir, vermiyorlar.
Cumartesi alanı yasaklandığı için, kayıp yakınları her Cumartesi günü İnsan Haklar Derneği'nin kapısı önünde, polis çemberi altında kayıplarının akıbetini sormaya, adalet arayışlarını sürdürmeye devam ediyorlar.
Artık, aralarında Elmas anne yok! Elmas anne de, aramızdan ayrılan her cumartesi annesi gibi, davasını ve emanetini bizlere devrederek, o derin yarasını toprakta iyileştirmeye, oğlu Hayrettin'le buluşmaya gitti! Işıklar içinde uyusun. (SA/PT)
*Not: Bu yazı annemin ağır hastalığı ve devamında ölümü nedeniyle yarım kalmış ve gecikmiştir...