Dünya halkları öyle bir politik iklimde yaşıyor ki insanlar, bırakın ütopyası için mücadele etmeyi ütopyasından bahsedemez halde.
Kapitalizmin neoliberal ekonomik uygulamalarıyla atbaşı giden görece demokratik ve “özgürlükçü” uygulamaları birçok ülkede yerini otoriteryan yaklaşımlara bırakıyor. Muhalif güncel politikanın sığlığı ve güçsüzlüğü bizleri sistem içi tartışmalara mahkum ediyor. Totaliter uygulamaların kimi ülkelerde hızla yayılması ve destek görmesi insanların önceliğini değiştirmiş durumda. Toplumsal yaşamın eşitlikçi – otonom ve özgürlükçü radikal dönüşümüne dair iddialar büyük gerileme içerisinde. Otoriteryanlığın, kitlelerin manipülasyonu aracılığıyla bu denli büyük desteklere ulaşması hepimizi kaygılandırıyor ve uykularımızı kaçırıyor. Anlamaya çalışıyoruz ne oluyor diye.
Bu durumun sebeplerini geçmiş zamanda aramak gerekli, keza toplumlar adım adım buralara geliyor. Hannah Arendt, Totaliterizmin Kökenleri çalışmasında türlü propagandalarla toplumun önemli bir kesiminin, kitlesel kötülüğe yol açacak totoliter bir rejime destek vermeye evrilmesinin devleti ele geçirmek yoluyla uygulanan faşizmden daha tehlikeli olduğunu söyler. Bunu yapabilmek için mülteci sorunu, ekonomi, etnik sorunlar ve din çok kullanışlı araçlardır.
Hayat bir bütün olarak politiktir ve politika boşluk tanımaz. Bunu hepimiz biliyoruz ama bilmemiz tüm canlı yaşamın berbat bir ortama sürüklenmesine engel olmaya yetmiyor. Ekolojik, özgürlükçü, eşitlikçi, dayanışmacı ve sınıfsız bir toplum için yapılan muhalefet, topluma nüfuz edemedikçe ulusalcı ve faşist güçlere daha büyük bir alan açılıyor ve toplumun zihin dünyası gerici fikirlerle zehirleniyor. Bu durum toplumda yayılma gösterdikçe özgürlükçü muhalefet adeta bir kısır döngüye girerek burjuva demokratik taleplerin savunucusu ve koruyucusu olmak zorunda kalıyor. Hal böyle olunca muhalifler açısından iki sonuç pratiği var ortalıkta. Ya güncel politikaya hapsolup, onun dışına çıkamamak ya da güncel politikayı değersiz ve geri bir durum olarak görüp geleceğe dair yalnızca radikal bir tutum takınmak. Bizce bunların ikisi de sorunlu tutumlardır. Örneğin her durumda oy vermeyip seçimleri boykot emek (boykot hakkını duruma göre saklı tutmakla birlikte) kimi zaman sizi sadece politika dışına iter. Öte yandan konjonktürel duruma hapsolmak da burjuva demokrasisine fit olma sonucunu doğurur ve dikkatli olmak gerekir.
İçerisinde olmamız gereken pratik; bütün bir yaşamın demokratikleşmesi için bir yandan sürekli güncel meselelerle uğraşırken bir yandan da gerçek bir alternatif olan ütopyamıza dair pratikler ortaya koymak zorunluluğudur. Bunun için büyük toplulukların harekete geçmesi gerekmez ille de. Küçük küçük topluluklar her alanda hareket ederek büyümeyi düşünmelidir. Ütopyamız için gösterdiğimiz teorik-pratik çaba aynı zamanda bizim ve iletişim halinde olduğumuz bireylerin eğitimine dönüşecektir.
Bugün önümüzde duran en önemli sorun, geçmişin hafızalarımızda yer etmesi gereken güzelliklerinin katlanarak ve geliştirilerek geleceğe taşınması sorunudur. Bunlar arasında özellikle Paris Komünü’nün tarihsel rolü çok büyük çünkü; hiyerarşik olmayan bir örgütlenmenin yani komünün, iktidarı devirebileceğinin tarihteki ilk örneğidir. 1871 de gerçekleşen isyanla komünarlar 72 gün boyunca Paris’i elinde tutmayı başardı. Bu 72 günde bile mülkiyetin ortaklaşması, sanatın toplumsallaşması, ekoloji, kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları ve daha birçok konuda inanılmaz bir gelişme göstermiştir komün. Daha da önemlisi bizlerin üzerinde yeşereceği büyük bir teorik miras bırakmıştır komünarlar. Bunlar arasında, teori-pratik uyumuyla hayatı tam bir praksisle yoğrulmuş olan Elisee Reclus’den bahsetmek istiyorum özellikle.
Ütopyanın gerçeğe dönüşmesinin timsallerinden birisi olarak Elisée Reclus
1830-1905 yılları arasında yaşamış olan Reclus’yü tek bir tanımlamayla ya da öne çıkan bir özelliğiyle anlatmak çok zor. Çünkü o, sosyal coğrafyadan köylülüğe, kadın haklarına, ekonomik adaletsizliğe, ırkçılığa, çocuk haklarına, ekolojiye, estetik ve sanatın toplumsal işlevine, tüketim kültürüne, anarşizme kadar her konuda hem kalem oynatmış hem de yaşamıyla pratik tutumunu ortaya koymuş, yorulmak nedir bilmez bir devrimcidir. Reclus, bu holistik bakış açısıyla sosyal ekolojinin kurucusu Murray Bookchin’i öncellerken, Paris Komünü üzerinde büyük bir fikirsel etkisi olan Fransız ütopyacı Charles Fourier’in takipçisi olduğunu da göstermiştir. Reclus, özne olarak insana klasik batı hümanizminden çok farklı bir anlam ve sorumluluk yükler. Onun öznesi, evrensel ve doğanın ne altında ne üstünde olup tam tersine doğayla iç içe, uyumlu olarak kendi öz-gerçekleştirmesinin[2] özgürleştiriciliğiyle, ütopyasının taşıyıcısı bir öznedir. Reclus, toplumun ve dayanışmanın, özgürlük ve bireyleşmekten asla ayrı düşünülemeyeceğini savunarak, bireyin tahakküme karşı duruşunu önemli bir yere koyar. Onun tahakküm karşıtı tavrı yalnız insanlar için değil, başka varlıklar ve hatta tüm doğa için geçerliydi. Bu nedenle de etik kaygılarla hayatının sonuna kadar vejetaryen olarak yaşadı. Eşiyle de örnek bir ilişki yürüttükleri söylenir.
Reclus’yü en özel kılan şey, insan merkezli bakış açısını eleştirip yeryüzü merkezli bir bakış açısı geliştirmiş olmasıdır. Günümüzün de en büyük problemlerinden birisi olan insan merkezcilik, hayvan ve doğa katliamında sınır tanımayarak yeryüzünü yaşanmaz bir hale getirmek üzere. Ona göre güzel bir yaşam doğanın merkez alındığı etik ve estetik bir kaygıyla sağlanabilir ancak. Reclus Bir Dağın Öyküsü’nde şöyle der; “ Her halk, deyim yerindeyse, çevresindeki doğayı yeniden giydirir. Tarlalarıyla, yollarıyla, konutları ve her türlü inşaatla, ağaçları konumlandırması ve genel manzarayı düzenlemesiyle halk, kendi ideallerinin karakterini açığa vurur. Halk gerçekten bir güzellik duygusu taşıyorsa, doğayı daha da güzelleştirecektir. Öte yandan, eğer insanlığın büyük bölümü günümüzdeki gibi hoyrat, bencil ve sığ bir yaşam sürdürmeye devam ederse, sefil izlerini yeryüzüne bırakması kaçınılmazdır. Böylece, şairin umarsız çığlığı gerçeğe dönüşür. “Nereye kaçabilirim ki? Doğanın kendisi iğrençleşti.”[3]
Reclus, komün yenildikten sonra on yıl kadar cezaevinde kalıp, bir yolunu bularak Belçika’ya kaçar. Belçika’daki yaşamının ardından ABD’ye geçen Reclus, orada gördüğü büyük hayvan çiftlikleri üzerinden kapitalizmin yarattığı ekolojik tahribatı inceler. Bu anlamıyla et-süt-yumurta endüstrisinin ilk eleştirel örneklerini verenlerden birisi olmuştur. Reclus’nün hayvan haklarını savunduğu Vegan ve Anarşi isimli kitabı Altıkırkbeş Yayınları tarafından Türkçeye çevrildi. Ayrıca ona göre; büyük toprak sahipleri, işçileri teknik anlamda çok iyi iş yapacak şekilde yetiştirebilirler ve fakat onların sosyalitesini en düşük seviyede tutarak sadece bir tebaa olarak hareket etmelerini sağlarlar. Hayvan çiftlikleri ve toprak sahiplerinin bu davranışı üzerinden toprakla kurulan ilişkinin yozlaşması ve işçinin karaktersizleştirilmesini birlikte ele alarak sosyal coğrafyacılığın temellerini atar. Böylece sosyoloji ve ekolojinin birbiriyle olan bağını da vurgulamış olur. Kristin Ross’un Paris Komünü üzerine yaptığı Ortak Lüks[4] isimli müthiş çalışmadan öğreniyoruz ki; Reclus kırsala gittiğinde o büyük arazilere bakıp oradaki yaşanmışlıkları gözünde canlandırarak, keşke buraların asıl yaşayanı köylüler de bunu fark edebilseydi, asıl sağlamamız gereken köylünün toprakla kuracağı entelektüel ilişkidir, diye iç geçirmiştir.
Reclus, tüketim ve moda eleştirisi yaptığı bir makalesinde giysinin tamamen işlevsel olması gerektiğini öne sürerek o zamanki giyim hareketine ilham kaynağı olmuştur. Çünkü; insanlar özellikle de kadınlar daracık ve sıkıştırılmış giysilerle ortalıkta dolaşmak zorundaydı.
Kapitalizm, doğayı da metalaştırarak sermayedarlar için bir kazanç kapısına dönüştürmekte hiç tereddüt etmez.
“İster kaya, mağara, şelale ya da buzul olsun, her doğa harikası -bir sesin yankıları da dahil olmak üzere- her şey özel mülkiyete geçebilir. Girişimciler şelaleleri kiralar, bedavacıların coşkun suları izlememesi için, etrafına tahta duvar çekerler.”[5]
Reclus Fransa’da bulunduğu yıllarda ırkçılığı; da rkafalılık ve toplumları birbirine düşürmenin en iğrenç yollarından birisi olarak görüp şiddetle eleştirmiştir. Kendisi Fanny L’Herminez’le mutlu ve saygın bir ilişki yürüterek hem ırkçılığa hem de patrirarkaya karşı pratik tutum almayı başarmıştır. Amerika’da yaşadığı kölelik sonrası ırkçılık döneminde ise Amerikalı muhalifler ve reformcular henüz ırkçılığa karşı durmazken o açık bir tutum almıştır. Reclus bu yönüyle tam bir dünya vatandaşıdır.
Son söz olarak diyebiliriz ki; Reclus, sevgiyle bağlandığı insan, hayvan ve doğanın uyumlu birlikteliği için ütopyası gereğince hiç ödün vermeden sonuna kadar savaştı. İnsanın ekolojik – özgür bir toplum kurabilmesinin ön koşulunun kendi benliğini dönüştürüp özgür, dayanışmacı birey olarak varlığını gerçekleştirmesi olduğunu vurguladı. Ütopyası komün aracılığıyla gerçekleşmeye başladığında en sert ve yakıcı eleştirileri yine kendisi sergiledi. Ona göre komün, Paris aracılığıyla tüm Fransa’ya hakim olma ve hükümetleşmeye giderek, devlet refleksiyle hareket etmeye kalktığında kaybetmeye de başlamıştı. Oysa komünün gerçek gücü hiyerarşik olmayışında ve tabana yayılmasındaydı. Köylülerle de yeterli bağ kurulamamıştı. Yani gelecek toplumun kurucu öğesi özgür bireylerin evrimsel süreci yeterli boyutlara ulaşmamıştı.
Bugünden baktığımızda, çağını aşan müthiş öngörülü yaklaşımları ve pratik hayatıyla Reclus, bize büyük kapı aralayarak umudumuzu büyütüyor. İnsana olan saygımızı tazeliyor. Düş ve gerçek arasındaki bağı hatırlatıyor. En önemlisi de her an ütopyamızca eylemeye çalışmazsak insanlığımızdan kaybedeceğimiz şeyin boyutlarını gösteriyor.
Gerçeklikten ütopya doğuyorsa ütopyadan neden gerçek doğmasın ki. (EA)
[1]Holistik: bütünsel
[2]Öz-gerçekleştirme: insanın kendini tüm yeteneklerini ve potansiyellerini kullanabilecek şekilde yetiştirmesi anlamında bir ruhbilim terimi olan “self-realization”ın karşılığı olarak kullanılmıştır.
[3]Anarşi, Coğrafya, Modernite Elisée Reclus’nün Seçilmiş Yazıları sayfa 52 – John Clark-Camille Martin- Can Yayınları 2016
[4] Ortak Lüks – Kristin Ross – Metis Yayınları
[5] Anarşi, Coğrafya, Modernite Elisée Reclus’nün Seçilmiş Yazıları sayfa 127 – John Clark-CamilleMartin- Can Yayınları 2016