Denemekle yanılmak; çabalamakla öğrenmek arasında sonsuz bir hızla, eskiyerek geçen zamana büyümek diyoruz sanırım. Bazı duyguları elimizle koyduğumuz yerde ilk günkü coşkusuyla bulacağımızı zannediyoruz. Bu his, bir zamanlar diyerek başladığımız cümlelerin kapısını açınca, yaz sıcağında serinleten hafif bir esintiyle karşılaşacağımız sevinciyle ferahlıyoruz. Oysaki o kıymetli oluş halini, büyümeyi saran tuhaf zamanın karşısında eğildiğimizde büyüyen kamburun ağırlığını taşımaktan yoruluyoruz. Bir çocuk parkı gördüğümüzde anlık da olsa durup bakışımız, çocuk seslerinin karıştığı hayalî maviliğin, gökyüzünün altında bir an duraksayışımız, kalptekini yazan akıldakini yok sayan ilk gençliğe öykünmemiz içindeyken aheste, dışındayken telaşlı ânların karşılaşmasından ibaret. Bir zamanlar, olup bitenler yani yaşadıklarımız henüz bu kadar değilken, birikmemişken, göz açıp kapayana kadar dönen günlerin kaygısızlığında, çoğunlukla rüyaların alacasında büyürken, dünyaya uyanıyoruz.
Ahmet Büke’nin yazdığı, Günışığı Kitaplığı’nın Köprü Kitaplar Serisinde yer alan Gökçe’nin Yolu geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Büyürken dünyaya uyandığımız o yeri anlatan kitap, geniş ormanların uçsuz bucaksız derinliğine bu sefer farklı bir dünyayı saklıyor.
Ahmet Büke’nin öykülerini bilenler, takip edenler, onun öykülerindeki dünyaya, özellikle anlattığı kadınlara ve çocuklara zaten aşinalar. Hayatın küçük anlarını sadelikle anlamlı kılan; acıyla ironiyi umutla besleyen, büyüten öyküleriyle Ahmet Büke, bizim çok dikkat etmediğimiz nesneleri ve varlıkları görünür hale getiren, yaşatan, konuşturan, garipsediğimiz ne varsa olağan kılan bir yazar.
İçinde yaşadığımız, tanıdığımız dünya ile öykülerinde tanıştığımız, bizim bildiğimizi pek anımsatmayan (gözden kaçırdığımız) dünya, bir zamanlar olanlarla, şimdi yaşamakta olduklarımızı tanıştırıyor ve bir araya getiriyor.
Hal böyle olunca gençler için yazdığı Gökçe’nin Yolu, hayatın hakikatini hayallerin cümlesine eklemesiyle yine dünyanın ve doğanın sesine kulak vermemiz için sağlam bir durak.
İşte böylesi bir tanışıklık ile karşılıyor bizi Gökçe. Büyürken fark edemediklerimiz ve hatta büyüdükten sonra kalan ağrılarla baş etmeye çalıştıklarımız ile yüzleştiriyor. Bu nedenle sadece gençlik romanı değil. Gökçe’nin Yolu, hepimizin uzun ve sancılı devam eden büyüme yolu bir bakıma, hâlâ. Zamanı daha geniş ve sınırlandırılmamış bir evrende, Gökçe’nin yolunda rastladıklarından öğreneceğimiz çok şeyin olduğu muhakkak.
Annesi ve babası arasında yaşanan gerginlikten huzursuz ve mutsuz olan Gökçe, yaz tatilini annesinin halası Maya Hala’nın yanında geçirmeye karar veriyor. Telefonun, internetin hatta elektriğin olmadığı köye gitmek için yola çıktığında başına geleceklerden habersiz ve tıpkı otobüste okuduğu Unutulmuş Viking Masalları’nda ninesinin krala söylediği gibi “dünyanın en mutlu köyü, dönme ihtiyacı duyduğun köyüdür” duygusunu henüz tatmamış bir çocuk. Salur Köyü’nde doğanın şifalı hikmetiyle çevrelediği masalsı dünyanın toprağına ayak basmasıyla gördükleri ve hissettikleri yaşadığı dünyanın hakikatini anlaması için efsunlu bir yol gösterici oluyor. Maya Hala, Gökçe’nin ruhuna ve aklına bilgeliğiyle maya çalarken annesinin karnındaki suyun içindeki haline, özüne korkusuzca dokunmayı öğretiyor. Doğanın kimi zaman sesle kimi zaman sessizlikle sarmaladığı taşına, toprağına, suyuna, ağacına uzun mektuplar bırakıyor Maya Hala.
Harfle değil varlığıyla, cümleyle değil birden yok oluşuyla bıraktığı bu mektupları bulan Gökçe, hayata değer vermeyi, kendi gücüne inanmayı, vicdanını tanımayı, hayatta kalmanın gizli şifrelerini bulmayı, kötülüklerle nasıl baş edilmesi gerektiğini okuyor.
Okudukça görüyor, gördükçe hissediyor, hissettikçe korkmuyor. Sessizliğin dinlenebildiğini fark ediyor. Ormanda ilk öğrendiği bu gerçeklik ona “sessizlik uyuyan, sıcak bir annenin atan kalbiydi. Derinin altında, derinde, göğüskafesinin arasına saklanmış, durmadan kımıldayan ama yalnızca kulağını dayadığında hissedeceğin bir ritimdi” dedirtiyor ve sonra ekliyor: “Taşa, ağaca, çiçeğe, hatta düşmüş, tüyleri karmakarışık ölü bir kuşa dokununca bile, yani yaşamda da, ölümde de o atış vardı. Ona karışanın, ona katılanın, ona dönüşenin ormanın donuna girenin duyacağı, bileceği sessizlik işte buydu.”
Konuşan taşlardan, birbirinin sözünü kesmeden öten kuşlara, yüksek ağaçlardan, mor başlı dikenlere, sabrettiği için doğan güneşten, ayrı hikâyeleri parlatan yıldızlara kadar her şey Gökçe’ye hayatın esas sahiplerini anlatıyor. Onları dinlemeye alışan Gökçe, korkusunu bastırmak için öfkeli olan Avcı Temur ile karşılaşınca insan denen varlığın acımasızlıkla köklenen gücüyle yüzleşiyor. Öte yandan başkasının acısını almanın cesaretinin insanın kendi ağrısını geçiren bir yanı olduğunu küçük kuzuyu kucağına aldığında, onun kalp atışlarını ruhunda hissettiğinde anlıyor. Sapanla oynarken yanlışlıkla ölümüne sebep olduğu sığırcık kuşunun yasını, gece yıldızları izlerken ince çığlıklarını duyurarak uçan diğer kuşların sesinde tutuyor. Büyülü gerçekçiliğin mitsel yansımalarını, birbirinin içine geçmiş çevrimsel zamanı ve mekânı, hayatın gerçeğini aktaran sembollerini ustalıkla, -kendi yorumunu katmadan ve yönlendirmeden- kullanan Ahmet Büke, imgelerin anlamını ve derinliğini okura bırakıyor. Romanın anlatı evrenini saran semboller ve imgeler gerçeği uyumlu, olağan bir hale dönüştürüyor. Gökçe’nin Yolu, hayatın aşkın gizemini doğanın düşsel olağanlığına çözdürüyor. Gökçe, Maya Hala ile tanıştıktan sonra onun dediklerini bazen anlamayışını bu nedenle şöyle açıklıyor: “…zaten hayat böyle bir şeydi. Önce anlamazsınız, sonra zaman size gösterir neyin ne olduğunu. Yeter ki acele edip sıkılmayın.”
Gökçe, Maya Hala’nın doğanın içinde elleri arasına bıraktığı hayat cevherini yeryüzünün ve gökyüzünün kapılarından geçerek, duvarlarını aşarak taşıyor. Maya Hala varoluşuyla marifetli, engin hayat görüsüyle mucizevi bir kadın. Doğanın ritmini, izlerini, seslerini ve simgelerini anlatarak değil göstererek hayat pratiğine dönüştürüyor Gökçe için. Böylesi sağlam ve sarsılmaz gaye ile Gökçe’nin varoluşunun kabuğunu, doğanın bilgeliğine kırdırıyor. Sessizliği ormanda öğreniyor. Rüzgârın, taşlara çarpan suyun, mağaranın, ceylanın, kurdun hikâyesini Maya Hala’ya soramıyor. Köklübir ağacın dallarına dokunur gibi, büyüyeceği yolda, her ihtiyaç duyduğunda derisinin altına saklanan doğanın kalbine dokunabileceğini biliyor. Tıpkı Maya Hala’nın onu köyden uğurlarken sarıldığı ânda söylediği gibi: “…şu dünyaya gelen herkesin bir yolu olur. Kimi korkar çıkmaya, kimi kaybolur, kimi düşse de kalkar, devam eder. Bu karar senin. Eğer ben varım dersen, zor zamanlarında elini kalbine bastır. Orada sana yol gösteren bir ceylan yavrusuyla, ehlileşmez bir kurt var.” Gökçe’nin Yolu, okurken sizden elinizi bir an kalbinize götürmenizi istiyor aslında. Yol gösterici olarak bir ceylan mı yoksa ehlileşmez bir kurt mu karşılayacak dokunduğunuz yerde bilinmez; lakin denemeye değer.