Ödüllü romanlarıyla, Türkiye'de hatırı sayılır bir okur kitlesine sahip olan akademisyen ve yazar Elif Şafak'ın İngilizce yazılan ve Aslı Biçen'in Türkçeleştirdiği romanı Araf, Türkiye romanındaki yazar kimliği ve dil tartışmaları için bir eşik oluşturabilir.
Ana dilinde yazılmadığı için bir dönem yoğun bir şekilde eleştirilen roman, esasında Türkiye romanının ortaya çıkışından beri var olan bir kimlik ve aidiyet meselesine ışık tutar. Araf ayrıca, çeviri dili engelini aşacak kadar yazının kendi evrensel diliyle ön plana çıkan bir yol ve arayış öyküsü.
Türkçe yazdığı romanlarında Osmanlıca'nın sunduğu zengin kelime dağarcığını bolca kullanan yazarın aşina olduğumuz üslübunu, savunulanın aksine, çeviriden dolayı dönüşen dilin makul farklılığı dışında, Araf romanında da bulabiliyoruz.
Gönüllü sürgünlük hikayesi
"Başka bir ülke başka bir deniz arayan, ama kendinden kaçamayan" kendine yabancılaşmış bir grup insanın yer yer hüzünlü yer yer komik olarak anlatılan bu kaçış ve gönüllü sürgünlük hikayesi, aslında Türkiye romanın ve Türkiye'nin batılılaşma serüvenin günümüze katlanarak taşıdığı açmazların minyatür bir toplamı.
19. yüzyıldan beri süregelen ve gecikmiş bir modernleşme hareketi olan "batılılaşma" olgusundan nasibini almış Türkiye romanının en temel sorunu, nerede duracağını, hangi tarafa ait olacağını bilememe durumu.
Böyle bir kimlik arayışıyla ortaya çıkan ve modernleşme projesinin toplumu eğitmesi ve geliştirmesi gerektiğine inanılan -bir nevi toplum mühendisi addedilmiş- tasarlanmış yazar kimliği bu konuya farklı bir bakış açısı ile yorum getiren bir yazarın, Elif Şafak'ın incelikli kalemiyle kırılır.
"Öteki"nin sınırlarının belirsizliği
Farklı ülkelerden gelen üç üniversite öğrencisinin yollarının yabancı bir ülkede, Amerika Birleşik Devletleri'nde kesişmesiyle başlayan roman, aynı zamanda öteki ve ötekinin sınırlarının ne kadar belirsiz ve bulunulan yere göre değiştiği üzerine bir söylem de içerir. Bu bağlamda, çeviri bir roman olmasına rağmen Araf, modernleşmenin ve Türkiye romanının içselleştirdiği pek çok keskin yaraya, yabancı bir ülkede yaşayan ve o ülkeye de yabancı olan karakterler vasıtasıyla parmak basar. Bu durumda roman öncelikle yabancının tanımını yapar:
"Kim gerçek yabancı-bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri olmayan mı?"
Bu aslında, insanın kendine ötekileşmesinin, yabancılaşmasının bir vurgusu. Gittiği her yere kendi ötekisini götüren insan için aslında yer ve mekanın ötesinde yabancı kendisi.
Buna göre de, benim ötekim olanın ötekisi, benim kendim olabilir. Bu da, bugüne kadar batıyı hayranlık duyduğu ve platonik bir ilişki kurmaktan ileri gidemediği "öteki" olarak karşısına alan doğunun, gerçekte batının -kendi kurguladığı- tekinsiz ötekisi olabileceği anlamına gelir. Çünkü Türkiye'de modernleşmenin -ta en başından beri- tekinsiz ve belirsiz öteki olarak adlandırdığı batı ve batı uygarlığı, doğunun kendi görüntüsü karşısında zaman zaman küçüldüğü zaman zaman devleştiği bir sihirli ayna.
Batılı yaşam kurallarını benimsemiş, siyaset bilimi doktorası yapan Türk Ömer -yada Omar- Özsipahioğlu, geldiği yerde –Bir Amerikalı, bir Faslı ve bir İspanyol ile aynı evin odalarını paylaşmadan öte- modernleşmenin mirası olan kendine yabancılaşma duygusunu, bulunduğu yerde kalamama ile geride bıraktığı yere dönememenin getirdiği köksüzlük ve kapana kısılmışlık hissini sonuna kadar paylaşır.
Araf'ı tercih etmek
Bu durum da temel mesele, batı karşısında kendini ifade edemeyen doğulu öznenin reşit olma meselesi. Aynı zamanda, yolunu şaşırmış ve dilini yitirmiş öznenin kendini bulmaya çalıştıkça kaybetmesi ve sonunda arayışını sonlandırmaktan vazgeçerek gönüllü bir sürgünü yani Araf'ta yaşamayı tercih etmesi.
Artık anlatmaya ve anlamaya çalışmanın boğucu çabası yerini en kestirme yol olan özete bırakır. Hislerini, ilişkilerini, kendini ve dilini özetlemek. Bu bakışla Türkiye romanını ve romanın dilsel kimlik sorununu ele alırsak; esas mesele, doğunun kendi iç sesini batılı arenada kendi kelimeleri ile ifade edecek, kendine özgü bir ton bulamaması.
Bitmeyen bir yolun ve arayışın hikayesi olan Araf değindiği dil, kimlik ve aidiyet meseleleriyle gecikmiş bir batılılaşma hareketi olan Türkiye modernleşmesinin temel sorunlarını yansıtır. Başlangıcından günümüze kadar toplumu değiştirip, dönüştürmesi beklenen yazarın baba-öğretmen atfedilen kimliği bu romanla; kendi sesini mümkün olduğunca perdeleyen, daha evrensel ve hümanist bir anlatıcı sese sahip yazar kimliği ile yer değiştirmeye başlar. (YK/GG)
* Elif Şafak, Araf, Metis Yayınları: İstanbul, 2004.