Türkiye, özgürlüklerin ve demokrasinin geleceği açısından kritik bir dönemden geçiyor. Bu dönemi özgürleşerek atlatabilmenin en önemli yollarından biri, işlevi bakımından benzersiz olan eleştiriyi yeniden hatırlamak ve sahiplenmektir. Eleştiri, yalnızca hakikati açığa çıkarmak değil; toplumun nefes almasını, yeniden düşünmesini ve değişime kapı aralamasını sağlayan bir güçtür. “Eleştiriye Övgü” başlığı altında açılan bu yazı dizisi, hakikati söyleme cesaretinin ve düşünceye nefes aldıran eleştirinin toplumsal özgürleşme için yaşamsal önemini gündeme taşımayı hedefliyor.
Geçmişin sisli sokaklarında, Gülhane’den Gezi’ye, Yıldız'dan Beştepe'ye uzanan 186 yıllık bir öykünün içindeyiz. Tarihin kalın tozları altında unutulmaya yüz tutmuş hakikatleri yeniden hatırlamak, onları eleştirel bir gözle sorgulamak sorumluluğumuzdur. Şimdi, Sokrates'in Atsineği’nin rahatsız ediciliğiyle uyanma ve yüksek sesle konuşma zamanı. Eleştiri, retorikle süslenmiş bir dil oyunu değil; demokrasinin can damarı, birlikte yaşamanın sigortası, deyim yerindeyse bağışıklık sistemidir. Bu nedenle iki soru kendini dayatıyor: Ne demektir bu eleştiri? Ve neden statüko için bu kadar korkutucudur?
Eleştiri, bilginin derinliklerine inmenin, hakikatin perdesini aralamanın anahtarıdır. Bu anahtar her dönemde cesurların elinde parlamıştır. Parrhesia, yani hakikati söyleme cesareti, asimetrik bir ilişkide görece güçsüz kişinin bağlamdaki güçlü kişi ve kurumlara karşı gerçeği dile getirme iradesidir. Hakikat özgürleştirir; eleştiri ise o özgürleştirici hakikatin kapısını aralar.
Eleştirme cesaretini kimler gösterebilir? Devlete, sermayeye ya da ideolojik gruplara tabileşmişler için bu sorumluluğu yerine getirmek neredeyse imkânsızdır. Levinas’ın sorumluluk etiği burada devreye girer: bağlam öznelerine sorumluluk yükler. Türkiye’de eleştiri artık yalnızca entelektüel bir hak değil, cesaretle üstlenilmesi gereken bir görevdir. Peki, Türkiye’de bugün eleştiri nasıl bir sorumluluktur ve bu sorumluluk kimlerden beklenebilir?
Tarafgirlik, eleştirinin önündeki en büyük engellerdendir; çünkü ayırt etme yetisini ortadan kaldırır. Aristoteles’in de belirttiği gibi, ayırt etmek eğitimli zihnin işidir. Hakikati kavrayarak konuşmak, daha çok âlimin sorumluluğudur ve bu sorumluluk, toplumu daha adil ve özgür kılacak yolları açar. Tarih de bunu doğrular: “Reformun öksüz çocuğu” Erasmus, tarafgirliğin trajedilere yol açacağını öngörmüş, mezhep savaşları da onu haklı çıkarmıştır. Bu örnek, hakikatin toplumsallaşmasının ancak eleştiriyle mümkün olduğunu gösterir. Tarafgirliğin doğurduğu yıkım, Hakikatin açığa çıkıp toplumsalaşmasının temel dinamiği olan eleştirinin işlevini maddi tarih bilincimizin baş köşesine kazır. Ancak “tarih tekerrürden ibarettir”i doğrulayan statüko ısrarla özgürleştirici Hakikatin görünmesini güçleştiren sisi koyulaştırır.
Eleştiri, hiç kuşkusuz salt ayırmak değil, aynı zamanda birleştirmek, ortaklıkları görmektir. Sokaktaki insanı anlamak, hayatı donmuş kategorilere sıkıştırmadan, birlikte yaşamayı öğrenmek de bir bakıma eleştiri kültüründen süzülen, süzülmekle kalmayıp terbiye olan bilincin mahir olabileceği bir kültür. Eleştiri, işte bu kültürle hemhal olmuş öznenin sorumluluğudur. Eleştiri, statüko ile özdeşlikleri olan mutlak Hakikat iddialarını dışlar; bununla zihni esnetir, kavrayışı yumuşatır, kişiyi ve toplumu değişime açık hale getirir.
Bugün, sermayenin veya düzenin ideolojik aygıtlarına dönüşmüş akademisyenler, bilim insanları ve gazeteciler, halkı bilgilendirmek yerine Hakikati sis bulutu içinde bırakarak statükonun sürdürülebilirliği için çalışıyor, toplumu yanıltıyor, rıza üretimi için eleştiriyi susturuyorlar. Oysa eleştiri, Hakikatin ifşa aracıdır. Eleştiriye can vermek, Hakikatin peşinde koşmak ve bu cesareti gösterebilmek, toplumsalın, toplumsallığının bilincindeki öznenin temel ödevlerinden biridir.
Türkiye’de kurumların zayıflatılması ve statükoya tabi kılınması, eleştiriyi daha çok bireysel cesarete dayalı bir görev haline getirdi. Kurumsal ve hukuksal çerçeveden yoksunluğa rağmen Hakikati söyleme cesareti göstererek entelektüel erdeme can verenler, birer “ayrıkotu” olarak yaşama direnmekteler. Eleştiriye, düşüncenin iğnesi olarak övgü sunmamızın nedeni budur: O, yalnızca Hakikati açığa çıkarmaz; aynı zamanda zihni ve toplumu özgürleştiren değişimin temel dinamiklerindendir.
Eleştiri, düşünceyi açığa çıkaran bir iğne gibidir, yalnızca yüzeyde kalanı delip daha derinlere inmeyi sağlayan bir insan başarısıdır. Ezberlerin dar kalıplarından kurtulmanın birincil yoludur. İnsanı sorgulamaya, araştırmaya ve kuşkusuz bunların kaçınılmaz sonucu olan öğrenmeye sevk eder. Sokrates'in ifadesiyle, "sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez." Eleştiri, işte bu sorgulamanın itici gücüdür. Düşüncenin mayasıdır çünkü onu kabartır, geliştirir, olgunlaştırır.
Eleştirinin olmadığı yerde düşünce yerinde sayar; gelişemez, yenilikleri doğuramaz, hayatla bağ giderek zayıflar, mevcut bakış işlemez hale gelir. Bu yüzden, demokrasilerin kalbi eleştiride atar. Eleştiri, farklı fikirlerin birbiriyle çatıştığı, çatışmadan doğan sentezin daha adil yasalar, iyi politikalar ürettiği yaşanabilir bir toplum oluşturur. Bu nedenle eleştiri barışın, adaletin, kurumların yani yaşamın sigortasıdır.
Demokrasilerde eleştirinin rolü, halkın iradesinin yalnızca bir seçim sandığıyla sınırlandırılmadığını gösterir. Eleştiri, iktidarı denetleyen, saydamlığı talep eden, hesap soran mekanizmaların kaldıracıdır. O olmazsa, demokrasi yalnızca bir oy verme töreninden öteye gidemez. Bilimsel araştırmalardan sanatsal eserlere, felsefi tartışmalardan siyasi söylemlere kadar her alanda eleştiri, bilginin sınanması, geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi için vazgeçilmezdir. Eleştiri, yeni fikirlerin doğmasına, eski fikirlerin yeniden yorumlanmasına, hatalı fikirlerin güncellenerek düzeltilmesine olanak sağlar. Her büyük buluşun, her önemli sanat eserinin arkasında eleştirinin gücü, sonuç alıcı işlevi görülebilir.
Ancak eleştiri, yalnızca düşünsel dünyada değil, toplumsal ve politik hayatta da devrimcidir. Statükoyu sarsar, yerleşik düzeni sorgular, iktidar sahiplerini rahatsız eder. Eleştiri, değişimin habercisidir. Bu nedenle, antidemokratik rejimler eleştiriden korkar; onu susturmak, bastırmak, yok etmek için her türlü yola başvururlar. Kitapları yakarlar, gazeteleri kapatırlar, “muhalif” sesleri susturmak için “hukukun üstünlüğü”nü “üstünlerin hukuku”na dönüştürüp “yasal şiddet mekanizması” olan devletlerinin tüm kurumlarını işe koşarlar.
Kelimenin birinci anlamıyla suç aygıtına dönüştürdükleri devleti, birer kriminal çete haline gelen klikleriyle hukuksuzca idare ederler; gasp ettikleri hakların üzerinde tepinirler. Tepindikçe meşruiyetlerini kaybederler. Meşruiyetten yoksun her adım, kaçınılmaz sona hazırlıktır. Bir suç örgütüne dönüştürdükleri devlette iktidarlarını konsolide etmek için gösterdikleri her “çaba” beyhudedir. Serbest düşüş başlamıştır. Eleştiriyi yasaklamak, insanın nefes almasını yasaklamaktan farksızdır çünkü eleştiri, toplumsalın bir parçasıdır.
Bugün de dünyanın dört bir yanında, eleştiriyi savunan, özgür düşünceyi yücelten insanlar var. Sokrates'in mirasını sürdüren bu insanlar, tıpkı bir atsineği gibi uyanıklığın, sorgulamanın ve direnmenin olanağını göstermekteler. Onlar, eleştirinin yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir sorumluluk olduğunun bilincindedirler. Toplumu savunanlar bu sorumluluğu üstlenebilir, eleştiriye sahip çıkabilir, onu koruyarak geliştirebilirler. Bu yalnızca bir hak arayışı değil, aynı zamanda şimdinin ve geleceğin yani yaşamın savunulmasıdır.
Tarih, eleştiriyi boğmaya çalışanların sonunu defalarca kaydetmiştir. Nazi Almanyası bunun en somut örneğidir: kitaplar yakıldı, muhalif sesler hain ilan edildi. Heine’nin dediği gibi, “kitap yakanlar, sonunda insan da yakarlar.” Bu baskılar rejimin kendi sonunu hızlandırdı. Eleştiriyi boğmaya çalışan her rejim gibi, Nazi Almanyası da gerçeklerden uzaklaştıkça kendi çöküşünü hazırladı; bugün ise utanç müzeleri ile maddi tarih bilincimizde yer alıyor.
O halde eleştiriden neden korkulur? Çünkü eleştiri, gücü elinde tutanlara her şeyin değişebilir olduğunu hatırlatır. Ama tarih boyunca görüldüğü gibi, eleştiriyi boğmaya çalışanlar, sonunda kendi ördükleri duvarların altında ezilmişlerdir. Eleştirisiz bir toplum, ruhsuz bir beden gibidir; düşüncenin gelişemediği, özgürlüğün soluk alamadığı bir dünya.
Bugün Türkiye'de eleştirinin sorumluluğu kime düşüyor? Eleştiri, artık sadece entelektüel bir hak değil, cesaretle yapılması gereken bir görev haline geldi. Hakikatin etrafı tarafgirlikle sarılmışken, eleştiri, her zaman olduğu gibi cesaret ister. Ancak eleştiri yalnızca hakikati açığa çıkarmaz, toplumun özgürleşmesi için bir ön koşuldur.
Eleştiriye övgü, aslında insanlığa, özgürlüğe, geleceğe kısacası Yaşama övgüdür. Bu mirası sürdürebilmek, daha adil, eşitlikçi ve yaşanabilir bir dünya inşa etmenin en önemli adımıdır. Eleştiri, insanın zihnini özgürleştirir, toplumları güçlendirir, demokrasiyi ayakta tutar. Eleştiriye övgü, işte bu yüzden, insanlığın geleceğine duyulan inancın en güçlü ifadesidir. Bu inanç, ona can verecek ve Hakikati söyleme cesareti gösterecek kişilerin çoğalmasına, seslerini birleştirip senfoniye dönüştürmelerine, her biri eşsiz birer su damlaları olan sözlerin bir araya gelip yüksek bir debi yaratarak özgürlüklerin önüne dikilen setleri aşmalarına çağrıdır.
(MB/HA)







