Yüzünü ancak Ağustos sonunda gösteren İngiliz yazının henüz bitmediği bir günde (5 Eylül akşamı) South Bank Centre’da Orhan Pamuk’u dinlemeye gelen kalabalığa karıştık. Queen Elizabeth Hall hınca hınç dolu. Giriş biletlerimizi ben Türkiye’deyken alan kızım Deniz, biletlerin satışa sunulduktan çok kısa bir süre sonra tükendiğini hatırlattı yerimize otururken.
Deniz, Pamuk’u ilk kez dinleyecekti. Hem bu nedenle, hem de üç hafta önce Article 19 adlı insan hakları organizasyonunda staj yaparken mektup yazdığı kişiyi görecek olması nedeniyle heyecanlıydı. Etrafına bakma alışkanlığı pek olmayan benim tersime Deniz hemen salondaki dinleyicileri gözleriyle taradı ve ‘çok seçkin bir dinleyici kitlesi’ deyip girişte satın aldığımız "Öteki Renkler"in İngilizce baskısını karıştırmaya başladı.
Tanıdığım kadarıyla, Deniz’in gözlemini iki türlü yorumlamak mümkündü. Bir yandan, bu denli "seçkin" bir kalabalığın Pamuk’u okumuş ve dinlemeye gelmiş olmasından dolayı içten içe bir sevinç duyuyordu. Diğer yandan, Pamuk okuyucuları arasında kendisi gibi insan hakları kampanyacısı sayısının azlığından şikayet eder gibiydi.
Pamuk Nobel alırken, Türkiye Pamuk'u yargılıyordu...
Ben Pamuk’u yıllar önce, Middlesex Üniversitesi’nde bir toplantıda dinlemiştim. Aradan geçen uzun dönemdeki gelişmeler yüzünden ben de kendi payıma heyecanlıydım. Bu süre içinde neler olmamıştı ki? Pamuk’un romanları ardı ardına 40 dile çevrilmiş, röportajları ve edebiyat/kültür/politika yazıları yaygın olarak okunmuş, en önemlisi, Pamuk yaklaşık bir yıl önce Nobel edebiyat ödülünü kazanmıştı.
Bunlar olurken, Türkiye Pamuk’u yargılamakla uğraşıyor, yazar ölüm tehditleri alıyor, mahkeme kapısında saldırıya uğruyor, bazı yerlerde bizzat idari yetkililerce kitaplarının toplatılıp yakılma çağrısı yapılıyordu.
Benim heyecanımın sebebi Deniz’inkinden daha az idealistti. Ben iki şeyi merak ediyordum. Birincisi, Pamuk’un söyleyecekleri kendisine karşı hem Türkiye devletinin hem de toplumun bazı kesimlerinin gösterdiği "husumet"i anlamama ne kadar yardım edecekti?
İkincisi, onun söyleyecekleri kendisinin Türkiye siyasal yelpazesindeki konumuna, daha da önemlisi yazarla politika arasındaki ilişkiye biraz daha açıklık getirecek miydi?
Pamuk sol gelenekte yer aldığını açıklama cesaretini gösterdi...
Aslında birçok soruda olduğu gibi, bu soruların cevabının kısmi ve koşullu olması gerektiğini bilmem gerekiyordu. Bir kere, söyleşiyi yapan kişinin (Independent gazetesinin edebiyat sayfası editörü Boyd Tonkin) ve dinleyicilerin soracağı sorular önemli bir faktördü. Konuşmacının söyleyeceklerinin sınırlarını çizen siyasal ve mesleki kaygılar önemliydi. Ayrıca, konuşmacının kısmen "sır" vermeye, kısmen de süspans yaratmaya eğilimli olacağını hesaba katmak gerekiyordu.
En önemlisi, konuşmacının söyledikleriyle dinleyicinin düşünce silsilesi ve hayal gücü arasındaki etkileşim faktörü vardı. Bu çok bilinmeyenli denklem nedeniyle, Queen Elizabeth Hall’deki Pamuk söyleşisinden tam olarak "aydınlanmış" bir şekilde ayrıldığımı söyleyemem. Ayrıca, Pamuk’un yazar olarak politikayla mesafeli ilişkisinin sol gelenek açısından önemli bir sorun olmaması gerektiğine, bunun hem sol hem de Pamuk adına hayırlı bir tutumu yansıttığına kani oldum.
Söyleşi sırasında Pamuk, kendisini solda, liberal-demokrat gelenekte ve Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğinden yana olan cephede gördüğünü söyledi. Neden solda, liberal-demokrat gelenekte yer aldığını da net bir şekilde açıklama cesaretini gösterdi?
Pamuk’a göre neden, sol ve liberal-demokrat gelenek dışındaki ideolojilerin esas olarak geriye, geleneğe dönük olmaları; bu ideolojilerin ne İslami ne de milliyetçi versiyonunun yenilikçi/yaratıcı projeleri olanlar adına esin kaynağı olmasıydı.
Pamuk Londra dinleyicisine sinyal mi verdi?
Pamuk bu geriye dönük bakışın aslında Batılılaşma ideolojisinin ana olarak ‘taklit’le sınırlı kalmasına, aynı zamanda hem Batılı hem de Türkiyeli olmayı mümkün görmek gibi bir yaratıcılıktan yoksun olmasına ve bu yoksunluğun yol açtığı utanma ve endişe duygusuna bağlı olduğunu belirtti.
Bu nedenle, geriye dönük bakışın hem "millet"e dayalı milliyetçi/Kemalist versiyonuna hem de "din"e dayalı İslamcı versiyonuna karşıdır Pamuk. Günümüzde hasım gibi görünen bu iki eğilimin, 1980’lerde sarmaş dolaş olduklarının bilincindedir. Ayrıca, bugün birbirlerine düşmüş olmalarından pek de gizli tutulmayan bir memnuniyet duymaktadır.
Sinik olanlar bu ifadelerin Londra dinleyicisine göre tasarlanmış sinyaller olabileceğini düşünebilirler. Ancak Öteki Renkler’deki diğer yazıları bunun böyle olmadığını gösterir. Örneğin, “Aile Yemekleri, Politika ve Dini Bayramlar” başlıklı yazısında, Türkiyeli elitin ve köşe yazarı gazetecilerin gelişmekte olan Avrupa-karşıtlığının aslında Türkiye’deki insan hakları ihlalleriyle işkencenin meşrulaştırılmasına yönelik bir kaygıdan kaynaklandığını belirtir.
Pamuk’a göre, Avrupa bu konuda ses çıkarmasa, daha doğrusu "bu tür ihlaller ve işkenceler bizde de oldu ve oluyor, dolayısıyla sizin ülkenizde de olması caizdir" deyip sussa, Avrupa karşıtları için Avrupa sorun olmaktan çıkacaktı.
Kendilerini "aşağı" sınıflardan ayırd etmek ve üstünlüklerini meşrulaştırmak için yıllardır Avrupa modası ve "kültür"ü tüketen bu elit, şimdi kendi pozisyonunun "daha sağlam" olduğunu fark ettiğinden olacak, Avrupa’nın ikili standartlarını keşfetmeye başlamaktaydı.
Pamuk, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal gibi...
Bu saptamaları yapmak için insanın mutlaka sol politikaya angaje olması gerekmez, ama dünyaya sol bir bakış açısıyla bakıyor olması çok yüksek bir ihtimaldir. Ayrıca bundan önemlisi, bu bakış açısı gerçek anlamda demokrat bir bakış açısıdır, çünkü başka ülkelerin günahlarını sıralayarak kendi devletinin ve toplumun ayıplarını saklamaya yeltenmiyor.
Tam tersine, Pamuk "yükselen piyasalar" olarak pazarlanan ve Türkiye’yi de kapsayan ülkelerdeki yönetici elitin ve sermaye gruplarının çoğunluğunun benzer bir söylem ve hareket tarzı izlediğini ortaya koyuyor. Bu yaklaşımıyla, egemen sınıf veya egemen kültür ayıplarını meşrulaştırmak için ülkeye özgü "özel koşullar" keşfetmeye kalkışmanın yanlışlığını ortaya koyduğu gibi, bu ayıpların neredeyse yapısal olduğunu ima ediyor.
İşte bu nedenle, geriye dönük ideolojiyle donanmış devlet ve bu ideolojinin yarattığı siyasal kültür içinde hayatına bir anlam katmaya çalışan toplumun bazı kesimleri Pamuk’un başarısını hazmedemiyor. Türkiye devletine ve hayata bakışları bu devletin anti-sol reflekslerince şekillenmiş olan toplumun bazı kesimleri Pamuk’un başarısını nasıl hazmetsinler ki?
Onun başarısı, Türkiye gerçeğinden yola çıkarak evrensel bir dil yakalayabilmiş Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney gibi solcu sanatçıları hatırlatıyor. Daha doğrusu, 20. yüzyılda dünya çapında ün yapmış Türkiyeli sanatçıların ana itibariyle resmi ideolojiyi sorgulayan sol ve demokrat gelenekten geldiğini hatırlatıyor. Bu hatırlatmanın yol açabileceği eziklik duygusunu ve hırçınlığı tahmin etmek zor değil.
Diğer birçok devlette olduğu gibi, Türkiye'nin de olaylara teşhis koyma ve/veya kendi otoritesini sorgulayan kişisel veya kolektif çıkışların etkisini hesaplama konularında hata marjı mutlaka var. Ama bunun önemli bir istisnası buluyor: resmi ideolojiyi soldan sorgulayan ve kendi uğraş alanında hem ulusal hem de evrensel kültüre ve bilgi birikimine katkı yapabilen kişileri ‘isabetli’ bir şekilde saptama ve reddetme yeteneği.
Solcular Pamuk'a "burjuva" diyecek ama...
Ancak Pamuk’un sol duruşu, sol açısından "sorunlu" bir duruş ve kendisi bunun farkında. Konuşmasında bu durumuna bir anekdotla açıklık getiriyor ve solcu arkadaşlarının hem solcu olduğunu iddia etmesi hem de Virginia Woolf, Dostoyevski, Proust, Nabokov gibi "burjuva" yazarları okumasıyla nasıl alay ettiklerini anlatıyor.
Bence Pamuk’un bu şekilde politikanın hem içinde hem de dışında olmak istemesinde bir sorun görülmemeli. Bir "sorun" varsa o sorun daha genel ve insan olmakla ilgili.
Romanlarını tasarlarken de yaptığı gibi, Pamuk bu takas hesabını baştan yapmayı yeğleyen biri. Bu konuda gizlisi saklısı yok. Nitekim yazar, Öteki Renkler’deki yazılarında da Queen Elizabeth Hall’deki konuşmasında da nasıl plan yaptığına, nasıl bir mühendis gibi çalıştığına dair sayısız örnek verir. Dolayısıyla, bence Pamuk’un sol duruşunun da yazma pratiğinin de "sorunu" çok rasyonel olması!
Şimdi şunu teslim etmek gerekir: Türkiye gibi solcu ve demokrat olmanın büyük risk taşıdığı bir ülkede sol politika yapma seçimini bu denli rasyonel bir hesapla kestirmek pek mümkün değil. Bu tür bir seçim için rasyonel olmakla pek fazla ilişkilendirilemeyecek inanç, romantizm, delilik, hesap bilmezlik, kalabalık hobisi (fobisi değil) gibi kişisel özelliklere sahip olmak gerekir! Bence Pamuk’un sol duruşunun sorunlu olmasının sebebi, kendisinin bu hasletlerden yoksun olması değil, bu hasletlere nerede ve nasıl başvurduğu.
Yaşarken rasyonel, yazarken romantik...
Pamuk dar anlamda rasyonalizmle bağdaşmayan bu hasletlere ana itibariyle romanın örgüsünü kurarken, romanın kahramanlarını konuştururken, eskiyle yeniyi yoğurup yeni bir dil geliştirirken başvuruyor. Ama aynı şey, politikaya angaje olma veya yazma eylemini icra etme süreci için geçerli değil.
Ayrıca Pamuk, yaratıcılıkla risk arasındaki ilişkiyi de iyi biliyor. O riski yalnızca belli bir getiri sağlamak için değil, başta mümkün gibi görünmeyen tema, motif ve gelenek kolajlarından yeni güzellikler yaratmayı amaçlayan bir "yaratıcılık pratiğini" olanaklı kılmak için almakta.
Bu anlamda, Pamuk aslında mevcut kısıtları ve varsayımları sorgulamak, mevcut durumun (veya görünenin) illa ki en optimal durum olmadığını varsaymak istemekte. Onun bu sorgulama ve alışılageleni aşma eğilimiyle solun Aydınlanma’dan devraldığı ve sürdürdüğü eleştirel gelenek arasında bariz bir ilişki var. Pamuk bunu kabul etmese veya ifade edemese bile, bu ilişki dikkatli bir edebiyat eleştirmeninin gözünden kaçmamalı.
Pamuk’un sol duruşunun "sorunlu" olmasının sebebi, bence onun ayrık (detached) duruşu değil, solun bu duruşu hazmedecek bir olgunluğa sahip olmaması.
Eğer solun bir kısmı milliyetçi ideolojiye sığınmamış olsaydı, eğer milliyetçi ideolojiye sığınmamış sol 12 Eylül sürecinin tahripkar etkisiyle marjinalize edilmemiş olsaydı, dolayısıyla sol biraz daha kendine güvenli olsaydı, Pamuk’un sol duruşu sol adına sorunlu bir duruş olmayacaktı. Daha da önemlisi, Türkiye devletinin ve toplumunun bazı kesimleri Pamuk’un başarısına karşı düşmanca tutumlarını sergilerken çok daha çekingen davranacaklardı. (MU/GG)
* Bu yazıy Mesele Kitap Dergisi'nin 10. sayısından kısaltarak aldık.