2008 Eleştirel Psikoloji Sempozyumu’ndan sonra; alandaki uygulayıcıların, öğrencilerin, yeni mezunların birlikte yürüttüğü, Türkiye’de belki de ilk örneklerinden olan, eleştirel psikoloji tartışmaları başlamıştır. Todap’ın kuruluşu ile bu tartışmalar daha da genişleyerek günümüze kadar devam etti, ediyor.
Tartışmaların içerik açısından genel olarak teorik olması ve uygulamada birikimin daha yavaş ilerlemesinin birçok nedeni olabileceği gibi; alan uygulayıcılarının kolektif düşünme ve deneyimlenme kısmında yol alamayışını da bir neden olarak düşünebiliriz.
Her şeye rağmen, psikolojinin uygulama alanı baştan ayağa sorunluyken, eleştirel psikoloji iddiasıyla uygulama alanını tartışmanın birçok açıdan daha mümkün ve kolay olabileceğini de görmemiz gerekiyor.
Psikoloji, gündelik yaşamda sıkça karşılaşılan “mühim bir mesele” haline gelirken, hiç hafifsenmeyecek kadar da ciddi bir sorun olarak yaşam alanlarındaki varlığını genişletmektedir.
Çalışma alanı olarak insanı anlamak gibi önemli bir iddiası olan psikolojinin, hakim yaklaşımı içerisinde insanı anlayabilecek, insana faydalı olabilecek neredeyse hiçbir yol ve yöntemle karşılaşamıyoruz. Psikoloji, adeta tüm varlığını manipülasyonla inşa eden bir yapı halinde, ideolojik ve sosyal bir sorun olarak önümüzde duruyor.
Bu yapı nasıl ayakta kalıyor ve ne işe yarıyor?
Alanın belirsizliklerinin, belirleyebildiklerinden fazla olması, herkesin alanı kendi durduğu yerden algılamaya çalışması, uygulama metotlarına ilişkin kafaların karışıklığı, uygulama alanlarının biçim ve içeriğinin belirsizliği, görüşmelerin gizliliği, uygulayıcının yeterliliği/yetersizliği, doğa bilimi mi sosyal bilim mi tartışmaları, biyolojik verilerin sınırlı olması, gibi, önünde soru/sorun olarak duran onlarca maddesi var psikolojinin, onlarca karmaşası ve boşluğu.
Kapitalizm ise, tüm bu boşluklardan faydalanıp kendine muazzam bir uygulama zemini yaratarak alanda, psikologlardan daha başarılı oldu. Böylece psikoloji, sistemin her mekanizmasında kullanılan ve pratik olarak uygulanabilir bir alan haline geldi.
Kapitalizm, psikolojik sorunları bireylerin eksikliği ile açıklar, psikolojiyi de bu bağlamda kullanır: “Çalışırsan sen de yaparsın, sen de onun gibi zengin olabilirsin, sen de istediğin bölümü okuyabilirsin, yeterli çalışırsan sen de atanabilirsin, sen de bu evliliği yürütebilirsin" gibi yanılsamalar, gerçek dünyaya uyumsuz imgeler yaratarak geçici iyilik hali verir. Psikiyatrik ilaçlar da bu geçici iyilik halinin biyolojik destekleyicisidir. Bir süre sonra “yapabilirsin” sloganı iş görmeyecek ve bu iyilik hali yerini başarısızlık hissine bırakacaktır. ”Sen de yapabilirsin”den, “Ben de yapabilirim”e varan geçici iyilik halinden, “Yapamıyorum, çünkü benim yetersizliğim.” ile devam eden; insanı “hasta”, tüm sistemi de normal eyleyen bir süreç işleyişine devam eder.
Psikoloji okullarda, senin geleceğin için bu okul, senin için bu düzen, senin için bu bölüm ve bu alan gibi ebeveyn öğütleriyle yerini sağlamlaştırmış durumda.
Psikoloji işyerlerinde de verilen performans eğitimleriyle; sizin içinler, siz iyi olunlar, siz iyi olursanız biz de iyi oluruzlara varan ama asıl sözün, siz performansınızı arttırırsanız biz de daha fazla kazanırız, daha fazla zengin oluruzdan öteye gitmeyen slaytlı gösterilerle, oldukça kullanıma uygun hale geldi.
Psikoloji, kurslara git, hobi edin, turlara çık gibi kişisel gelişim nasihatlarından öteye gidemeyen, neredeyse tüm alanın ölçeklere ve testlere heba edildiği bir yaklaşımla hastanelerde de kendine önemli bir yer edinmiş durumda.
Böylece psikoloji; hastalık, zayıflık, başarısızlık alarmı vererek, insanı var eden tüm koşulları psikolojikleştirerek işlevsel olmakta ve sermaye için kazanç sağlayan bir endüstri haline gelmektedir.
Yarattıkları hastalıkların tedavisi olarak belirlenen süreç de tümüyle sınıfsal olup başka sömürü yollarına kapı aralamaktadır. Dolayısıyla işçi ve yoksullar, yoksul çocukları, kamu hastanelerinin polikliniklerinde sıra beklerken, her gün binlercesi psikiyatrik ilaca başlamak zorunda bırakılırken, orta ve üst sınıflarda ise çay saati gibi terapi seansları geliyor, çocuklar da “eğitim koçlarına” emanet ediliyor.
Psikolojiyi bütünüyle reddetme mi? Onun içinde olma mı?
Bu alanı bir kazanç kapısı haline dönüştüren, sermayesini arttıracak biçimde her tür kurum ve kuruluşunda kullanan, kendi aksaklıklarını örtecek biçimde işlevselleştiren, kendini koruyan bir mekanizmaya dönüştüren sistem ve uzantıları, psikolojiden kendilerine bir sömürü olanağı yaratırken; biz uygulayıcılar, eleştirenler, muhalifler olarak alandan niçin geri duralım, alanı niçin reddedelim, neden temkinli olalım, kurumlar ve hakim yaklaşımlar içine niye sıkışalım? Hatta tam da tersinden alanı daha da toplumsallaştırarak, toplumun üzerinde hissettiği psikolojik baskıya neden olan yapılarla birlikte mücadele ederek daha kolektif bir dinamik yaratalım.
İddialı olmak: Todap’ın kuruluş sürecinde eleştirel psikoloji ile ilgili okuma ve tartışmalar esnasında karşımıza en sık çıkan mevzulardan biri de “mutlak eşitlik” e varan “ya biz de bir tür iktidar ilişkisi oluşturursak, eşit ilişkiyi nasıl kuracağız, karşılıklı sınırlar ve haklar” gibi fikirler ve kavramlardı. Doğası gereği mutlak eşitlik tartışması hep bir tartışma olarak kalacaktır. Mühim olan orada duran varlığımızdan, orada olma nedenimizden bir baskı oluşturmamaktır. Diğer türlüsü aşırı temkinli olmaya, sürekli yeni sınırlar ve sınırlılıklar inşa etmeye, kendinden şüphe etmeye neden olacaktır ki bu halin ne kendimize ne de diğerine iyi gelmeyeceği açıktır. Eleştirel yaklaşımın, insana dönük bir suç işleme, ona zarar verme olasılığı her zaman düşüktür; çünkü bu külliyat referansını doğadan, çocuktan, kadından, ezilenin yaşantısından, siyasal tarihten alır. Dolayısıyla bunun bilgisi doğaya, canlıya zarar vermez. Velev ki fayda sağlamadı, zarar da vermez.
Örneğin, son yıllarda alanda, çocuklarla ilgili sık karşılaştığım sorun kaynaklarından biri de çocuklara erken yaşlarda verilen din bilgisi. Din eğitimi verilen kurslara gönderilen çocuklarda bir süre sonra yalnız kalamama, gece yalnız yatamama, karanlıktan korkma, idrarını tutamama gibi sorunlar başlıyor.
Çocuklar görüşmede kendilerinin de ifade ettiği biçimiyle “cehennemde yanarım diye korkuyorum, annem de ölecek mi, Allah bizi her yerde görüyor, günaha girmek istemiyorum” gibi korku ve kaygılarla geliyor. Böylesi durumlarda, ailelere, din bilgisinin çocukta duygu ve düşüncelerde ne tür zorlanmalara neden olduğunu ifade etmek, ailenin inanç sınırlarını ihlal etmiş olmamız anlamına gelmemektedir.
Tüm gerçekliğiyle mesele zaten ortadadır. Şimdiye kadar karşılaştığım hiçbir ailenin itiraz etmediği referanslarımız var elimizde. Evrensel çocuk hakları, çocukların doğası, çocukların düşünce ve duygu dünyasının işleyişinin özgürlüğü, özerkliğidir referanslarımız. Dolayısıyla çocuğun karşısında duran, bizim içinde yaşadığımız sistem hiç de temkinli ve naif değildir. Bizler de kendi yaklaşımlarımızla, deneyimlerimizle ve bilgimizle; yaşam içerisindeki çelişkilere, bu alan bağlamında işaret edebilir, insanı güçsüzleştiren, hasta eden bu mekanizmaların fark edilmesine ilişkin yol ya da göz açıcı olabiliriz.
Yine kadınlarla görüşmelerde cinsiyet rollerini, toplumsal cinsiyet kavramını eleştirel bir yerden tartışamazsak; meseleyi, hakim erkek anlayışını eleştiren bir yerden değerlendiremezsek; inanç, gelenek, etik gibi daha çok toplumda kadın üzerine baskı oluşturan kavramların yaşam alanlarındaki etkisini konuşamazsak, yani meseleyi ideolojik temelleriyle sorgulayamazsak ne diyeceğiz danışana, tüm bu sistemin dışında kalabilen nasıl cümleler kuracağız? Dolayısıyla ideolojik yapılardan arınmış görüşmeler, ya geçici iyilik halleri verecek ya da hastalığa varacaktır.
Şunu biliriz ki; insanın içinde yaşamak zorunda olduğu sistemi ve sistemin mekanizmalarını kavraması yalnızlaştırıcı değil güçlendiricidir. Kavrayış, insanın varlığını korur, farklı karşılaşma olanakları yaratır.
Kavrayış baskı mekanizmalarına karşı güçlenmeyi sağlar. İçinde bulunduğu sisteme yabancı olan daha kırılgandır, daha yalnız hisseder; çünkü sorunu kendisinde arar, çünkü zayıf kendisidir, çünkü referansları yaşadığı küçücük dünyasındandır. Oysaki kavrayış arttıkça mahalli referanslarla yetinilmeyecek, yeryüzünün herhangi bir yerinde herhangi bir yaşantının varlığı dikkat çekecek ve daha kolektif düşünme biçimlerine yol açacaktır.
Psikolojikleştirmenin her alana sirayeti ve kullanımı, psikolojinin giderek popülerleşmesi insanları, dolayısıyla da toplumu, sistem karşısında daha da zayıflatmaktadır.
Psikoloğa gitmenin “delilik” olarak anlamlandırıldığı zamanlardan “herkesin bir psikoloğa ihtiyacı var.” denilen zamana geldik. Hastalıklar ve tanılar havada uçuşurken bu durumun ne danışana ne de danışmana yeterli gelmediği ortadadır. Sürekli hastalık algısı ile çalışan, insan iradesini psikiyatrik ilaçlara teslim eden bir yaklaşım, toplum nazarında, bir süre sonra doyuma ulaşacak ve yetersizliklerini gizleyemez duruma gelecektir.
Bu nedenledir ki, çoğu zaman sadece hastalık algısını yıkan, yok eden tek görüşme bile gözlerin parlamasına neden oluyor. Yani sadece hastalık algısının zihinsel olarak kırılması bile insanı oldukça güçlendiriyor ve danışan bu algıdan kurtulabiliyor. Uygulayıcılar olarak; yaratılan hastalık algısının yaşamdaki tahribatını, bu tahribata karşı eleştirel yaklaşımı ve bu tahribatı azaltabilen tek görüşme etkisini önemsemeliyiz.
Psikolojideki formasyon hastalıklar üzerine kurulduğundan, uygulayıcı ister istemez anlama ve değerlendirme süreçlerinde bu hastalık tanımlarının rehberliğinde yol almaya çalışmaktadır. Eleştirel uygulayıcılar olarak hastalıkları ve hastalık tanımlamalarını görüşme odalarının içine almayan, insanı anlama çabasının hiçbir aşamasında şematik kuramları görüşmelere dahil etmeyen bir yaklaşımın olanaklarını zorlamalıyız.
Eleştirel uygulayıcılar olarak, parça değil bütününü görmek ve değerlendirmek zorundayız. Sorunları bireye indirgemeden, dışsal nedenleri gözeteceğimiz bir yaklaşım yaratmalıyız.
Parçalar güçsüzleştirir, parçalar yaşanılan her şeyi psikolojikleştirir, insanı yaşam ve koşullar karşısında zayıflatır. Yaşadığı sorunun kaynağında kendi duygusal durumunu ve düşünme biçimini görmeye başlayan birinin bütün okları kendine döner. Kendi ayarlarıyla oynamaya başlar, kendi duygulanımlarını, düşüncelerini değişime zorlar. Oysa şurası açıktır ki sadece bireyden gelecek düşünce ve duygulanımdaki değişimlerin kısa süreli hissettirdiği iyilik halinin dışında hiç bir faydası olmayacaktır.
Bütün ise güçlendirir, özgürleştirir, bağımsızlaştırır, cesaretlendirir çünkü insan yaşamına ilişkin tüm meseleler sadece bireysel değil toplumsaldır da, sadece psikolojik değil ideolojiktir de. Birey bu dışsal etkenleri bir arada görmeye, içinde bulunduğu sistemi bütünsel kavramaya başladığında okları kendi üzerinden çekecek ve hastalık algısından kurtulacaktır. Böylece kendi imajına ilişkin çarpıtmalardan zihinsel olarak uzaklaşıp kendi yaşamı içinde farklı olanaklar yaratmaya çalışacaktır.
Psikolojik açıklamalar her zaman insanı zayıflatır: “Son günlerdeki hassasiyetinizden kaynaklı öfkenizi kontrol edemiyor olabilirsiniz, böyle düşündüğünüz için duygusal davranıyor olabilirsiniz.” gibi nezaket ve psikoloji sınırlarını aşamayan ifadeler yığını, danışanın yaşadıklarını psikolojikleştirmesine, kendini yetersiz hissetmesine ve sorunun kendisi ile ilgili olduğunu düşünmesine neden olur. Oysa kendi yaşam pratiğindeki psikolojik olmayan engeller ve nedenlerin anlaşılması daha kolay, onlara karşı mücadele etme motivasyonu daha güçlüdür ve bu motivasyonun da psikolojinin sınırlarını aşan iradeye dönüşme ihtimali daha yüksektir.
Alanda yapılan testlerin ve ölçeklerin işlevsel olmadığını uygulayıcılar da bilir, sezer. Ama alanın kendi bilimselliğinin ispatı haline gelmiş olan bu ölçekler, alanın kendi içindeki belirsizliklerine iyi geldiğinden sıklıkla kullanılmaktadır. Bir yandan da bu ölçeklerin kullanımı, kamusal alandaki ihmallerin ve eşitsizliklerin nedenlerinin tümünü uygulanana ve uygulayıcıya bağlayıp kurumları sorumluluktan ve hesap vermekten kurtarmaktadır.
Depresif duygu durumu ile psikoloğa başvuran biri için depresyon ölçeği ne işe yarayabilir ve sonucun zaten ne olacağı beklenilmiyor mu?
Çocuklarda uygulanan zeka testleri bir çocukta nasıl bir değerlendirme ile zeka sınırlarına ulaşabiliyor, yok mudur çocukların ölçülemeyen özellikleri?
Silah ruhsatı almak için yapılan kişilik testlerinde, silah almak isteyen kaç insan çok öfkeleniyorum, öfkemi kontrol edemiyorum gibi ifadelere eğilimli cevaplar verir? Silah ruhsatı almak isteyen bir insan bilmiyor mudur bu sorulara niçin ve nasıl cevap vermek zorunda olduğunu?
Bu uygulamaların hepsi, insanları sınıflandırmaktan, kamusal boşluklardan kaynaklı yaşanacak herhangi bir olayı bireysel olarak yapılana dönüştürmekten, dolayısıyla kurumların risklerini ve sorumluluklarını azaltmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Silah ruhsatının bu kadar kolay sahiplenildiği bir süreçte silahla yapılan yaralanmalar ve ölümlerde tüm sistem kendini, uygulanan testi kanıt göstererek, temize çekiyor.
Bu ülkede yoksulluktan kaynaklı intiharlar insanın içinde bulunduğu psikolojik hezeyanlarla açıklanıyorsa, ruhsatlı silahtan çıkan ölümler de öfke kontrolü bozukluğu ile açıklanıyor. Ölen öldüğüyle, öldüren de bir anlık kontrol edemediği öfkesiyle kalıyor. Böylece, ideolojik olan her şey psikolojikleştiriliyor.
Eleştirel olma iddiasında olan uygulayıcıların mümkün olduğunca bu ölçekleri uygulamayı reddetmeleri gerekmektedir. Kariyer eğitimleri adı altında sunulan bu tür “eğitim satışlarına” itibar etmemek gerekir. Bu eğitimlere mesafeli olmak bizim mevcut anlayışın dışında olmamızı sağlayacak, bize farklı olanaklar açabilir.
Sonuç olarak
Bunların tümü psikolojide eleştirel bir yaklaşım yaratma çabası ve bu çabaya ilişkin tartışmalarıdır. Yukarıdaki tüm iddialar tekrar tekrar tartışmaya ve geliştirilmeye açıktır.
Eleştirel iddiası olan bizlere bu tartışmalar iyi gelecek ve hissedilen yalnızlık duygusunu azaltacaktır. Hepimizi kendi bulunduğumuz yerlerde daha özgürleştirecektir. Tartışmalar kavramlara, kavramlar yeni yol ve yöntemlere dönüşecek, farklı yaklaşımları zenginleştirecektir.
Parker, "Psikolojide Devrim: Yabancılaşmadan Özgürleşmeye" adlı kitabında “Başka bir yaşamın mümkün olmadığını söylemek yerine bunu psikolojiye yaptırıyor sermaye.” diyor. Biz de psikolojinin içinden başka bir yaşamın mümkün olma olanaklarını tartışabiliriz, daha iradi daha güçlü yaklaşım biçimleri geliştirebiliriz, bireysel ve toplumsal açıdan yeni özgürleşme zeminleri yaratabiliriz.
(ST/EMK)