Bavul ticareti yapanların küstürüldüğü dönemde eşimle yıllardır gerçekleştirmeyi arzuladığımız ve aylardır hazırlıklarını yaptığımız tren yolculuğunun ilk ayağı İstanbul - Moskova etabıydı. Aeroflot Havayolları'nın hizmetimize sunduğu Tupolev uçağının dışarıdan fiberglas yamalı hali beni, paslı kapı menteşeleri de eşimi epey şaşırtmıştı.
İçeriye girip koridorda makine yapımı, çiçek süslü yolluk halıların altındaki yüzeyin engebeli, bazı koltukların tamamıyla bozuk, çanta koyma yerlerinin de mevzubahis ticareti yapan çoğu kadın tarafından hıncahınç doldurulmuş olduğunu görünce hiç âdetim olmamasına rağmen Raziye'ye "İstersen inebiliriz" demiştim.
Başkentte indiğimiz derme çatma havaalanından merkeze giderken yaşlı, şişman ve hasta olduğu her halinden belli bazı kadınları yoğun bir iş gününden sonra merdivenlerini zor inip çıktıkları otobüslerle evlerine dönerken izlemek bizim için Moskova'nın hayat standartlarına dair ilk gösterge olmuştu.
Vladivostok'a kadar altı buçuk gün sürecek Trans Sibirya demiryolu seyahatinde ise daha da hazin manzaralarla karşılaşacaktık. Temmuz ayında günlerin fazlasıyla uzun olması sayesinde düzinelerce fotoğrafını çekmeyi ümit ettiğim bozkırdan çok rayların karla kapanmamasına yarayan ağaç seddi ve birbirine sanki tıpatıp benzeyen, üçgen formda küçük ahşap evlerden müteşekkil onlarca köyün manzarası aklıma kazındı.
Turist vagonunda konfor içinde seyahat ederken halkın altışar kişilik hınçahınç dolu kompartmanlarına girmeye ne yetkim ne de hakkım olduğunu hissettim. Yemek vagonunun kısıtlı menüsünden sıkılınca sık sık durmakta olan treni istasyonlarda sıcak yemekleriyle ev kadınlarının beklediğini fark etmemiz zaman almadı. Manzaranın monotonluğu sayesinde dünyanın ucuna bitmez tükenmez bir seyahat ediyormuşuz hissi depreştikçe hayatımızı trenin duracağı saatlere göre ayarlayıp kendimizi oyalıyorduk.
Her ne kadar kadınların çoğu, profesyonelleşmiş hizmet bilinciyle birkaç dakikası olan müşterilerine gerekli ilgiyi çabucak gösterebilse de bazıları rakipleriyle kıyaslanamayacak durumdaydı. Üstlerine başlarına özenemeyecek kadar dağınık, yorgun ve yalınayak, hayata tutunabilmek için istasyona binbir zorlukla ulaştığı belli, ama gelene kadar yemeği soğutmuş, uçsuz bucaksız Sibirya'da sanki kaderlerine terkedilmişlerdi; kimsesiz ve muhtaç, çoğu alkolik düşkün kadının acınası hali savaş sonrası manzaralarını andırıyordu, bir deri, bir kemik, dilenci çocuklar da cabası...
Moskovalı Elena
Andrey Petrovich Zvyagintsev'in filmi Elena'da paranın insan hayatlarına egemenliği, sınıfsal farkların etkisiyle keskinleşiyor. Genç yönetmen yetkin dili ve muhteşem görüntü hâkimiyetiyle bizi gerilim dolu bir aile dramına dahil ediyor.
Komünizm sonrası Rusya'sında, bilim insanı geçmişi sayesinde nispeten saygın bir yaşam sürmekte olan Vladimir'le evli Elena'ya kocası bile işçi sınıfından bir hemşire olduğunu hissettirmektedir...
Ülkenin içine girmiş olduğu kaotik kapitalist düzende sırtını dayayabileceği bir erkeğe sahip olmaktan dolayı şanslı olduğunun bilincindedir zaten orta yaşlı, güzel kadın. İlk evliliğinden olan kızı Katerina'ya, araları iyi olmasa da parasal yardım yapmaktan geri durmayan nemrut koca, eşinin de daha önceki izdivacından doğmuş oğluna sıra geldiğinde cimrilik yapmaktadır. Çift, Kremlin Sarayı'na yakın nezih bir semtte hayatlarını sürdürürken, Elena'nın oğlu Sergey ve ailesi şehrin kenar mahallelerinin tipik problemleriyle iç içe yaşamaktadır.
Anne içgüdüsünün verdiği ivmeyle, komünist dönem düzeninin asalak kalıntısı gibi dursa da Sergey'e yardımcı olmak için fedakâr kahramanımız ahlaki değerleriyle hesaplaşarak elinden gelen her şeyi yapacak gibidir...
Tarkovsky'nin halefi olarak tanımlanan yönetmen Andrey Zvyagintsev'in saf ışık konusundaki estetik ısrarı son filmine de fazlasıyla yakışıyor. Ne de olsa gerilimin gittikçe arttığı, karakterlerin gerçek yüzünü zaman geçtikçe daha iyi görebildiğimiz bu aile dramasında sosyal çöküntünün nelere kadir olduğunu izliyoruz.
Sibirya'nın Novosibirsk kentinde 6 Şubat 1964 tarihinde doğmuş, ilk iki filmi Dönüş ve Sürgün'le sinemaseverleri ihya edip dünya festivallerinde ödüllere boğulmuş olan Andrey, Elena'ya Philip Glass'ın müziğiyle de gerekli kasveti kazandırıyor. Yaşayan en değerli ve çalışkan bestecilerden olan ABD'li Glass obsesif tekrarlara dayanan müziğiyle filme ritim katıp, inat ve çaresizlik duygusunu güzelce artırıyor.
Elena'nın senaryosunu Oleg Negin'le ortaklaşa hazırlayan Zvyangintsev, Fatih Akın'ın da aralarında bulunduğu birçok yönetmenle New York, I Love You adlı projede, sonradan dahil edilmeyen Apocrypha adlı kısa metrajlı filmle de yer almıştı.
Elena rolünde Nadezhda Markina'nın, kocasını canlandıran, aynı zamanda yönetmen de olan Andrey Smirnov'un ve başına buyruk kızını başarıyla oynayan cazibeli Elena Lyadova'nın filme katkıları yadsınamaz.
Antalya Film Festivali ve İKSV'nin 2011 Filmekimi'nde gösterilen, Cannes'da Belirli Bir Bakış Jüri Özel Ödülü de dahil olmak üzere birçok takdire layık görülen yapım, uzun haftalardır eksikliğini çektiğimiz doyurucu sinema örneklerinden bir tanesi. Varsıllarla yoksullar arasındaki uçurum arttıkça dünyamızda Elena ve emsallerine kayıtsız kalmamamız gerektiğini daha iyi anlayacağız...
Elena 7 Eylül 2012 Cuma günü gösterime girdi. (MT/YY)