Ertuğrul Kürkçü çok haklı bir noktadan bakarak diyor ki; "... açılıma nereden başlayacağına bir türlü karar veremediği görülen hükümete' PKK adeta diplomatik bir atakla al sana başlama noktası diyor".
Benim izleyebildiğim kadarıyla dünyada belki de örneği olmayan bir perspektifle PKK siyaset yapıyor. Benzeri örgütlenmeler içinde olan dünyanın başka coğrafyalarındaki silahlı gerilla yapılarının aksine PKK her defasında şaşırtan ve beklenmedik çıkışlarla adeta "rakibinin" hayata geçirmeye henüz fırsat bulamadığı "oyunları" bozup alaşağı ediyor. Bunu inadına yapıyor. Ve kendi siyasetiyle gündem belirliyor. "Rakibini" adeta üzerinde ısrar ettiği siyasete "rıza göstermeye" zorluyor. E siyaset yapmanın doğrusu da bu değil mi zaten!
1993'teki "kravatlı" gerilla önderlerinin tek taraflı ateşkes için barış çağrısı yaptıklarını izlediğimizde de bu böyleydi.
1999 Ekim'inde ilk barış grubu sınırlardan içeri duhul ettiğinde de aynı durum yaşanmıştı.
16 ve 10 yıl evvelki fırsatlar elin tersiyle itilmiş ve devletin şiddetin tırmandırılmasındaki ısrarlı politikası daha doğru bir tavır gibi resmi kabul görmüştü.
Bu kez iyimserlik dozu hayli fazla gibi!
Birincisi ülkede topyekûn manada bu anlamsız ve sonuçsuz savaştan bezme var. İkincisi, her fırsatta "köklerini kazıdık, bu defa son ve kalıcı vuruşu yaptık, bitiriyoruz" diyenlerin tersine her şeyin adeta başlangıç noktasında, olduğu yerinde durduğu, üstüne üstlük koca bir halk tabanında kalıcı bir örgütlülüğün oluştuğu ortada. Ve en önemlisi de artık insanlar üstlerindeki korku örtüsünü silkeleyip atmışlar. "Bu 'omzu kalabalıklar' doğru kelam etmiyorlar. Çocuklarımız boş yere ölüp gidiyor. Bu işin sonu yok. Ölerek ya da öldürerek ne devletin askeri biter, ne de PKK'liler..." diyorlar çok haklı olarak.
10 yıl arayla PKK önderi Abdullah Öcalan'ın çağrısı üzerine titizlikle seçildikleri aşikâr ve göründüğü kadarıyla temsili gücü de yüksek olan bir siyasal grupla PKK kendi adını telaffuz ederek "barış" elini uzatıyor. Üstelik gönderdiği kadrolarının "istendiği" gibi silahlarını bıraktırıp, barış ellerini uzatarak! Ama en başında söylemek gerekiyor ki; bu el uzatma öyle kimilerinin dillendirdiği gibi bir "pişmanlık" anlayışı örgüsünde hiç değil.
Şimdi bu aşamadan sonra olabilecekler üzerinden bir okumaya ihtiyaç var mı? Elbette var. Onun için yazıyoruz.
Öncelikle aklıselim çok gerekli! Devlet, en başta dilini değiştirmek zorunda. Savaşın dili olan "terör, terörist, kırarız, dökeriz, köklerini kurutuncaya, son terörist tükeninceye kadar savaşırız" tarzındaki dil kesinlikle kullanılmamalı. Makul ve kısa bir zaman dilimi içinde barış elini uzatan gruba hoşgörüyle yaklaşıp hukuki durumlarını netleştirip gündelik hayatlarına, barış için uygun programlarına devam etmeleri için fırsat yaratılmalı.
Öte yakadan ise, bugüne dek barış için imza toplayanlar, görüşmeler yapanlar; özellikle de Türk entelektüelleri bu barış elçilerini gözlerinin ışığı sayıp Kürtlerden daha çok sahiplenmeli diye düşünüyorum. Ankara'da, İstanbul'da medyanın önemli temsilciliklerinden tutun, sivil toplum örgütlerine, siyaset mensuplarına ve etkili şahsiyetlere varıncaya kadar barış elçilerini davet ederek, barışın elini ve kozlarını güçlendirecek bir sıcak iletişim ortamına ihtiyaç var.
Böylesine bir iletişim Kürt camiasında zaten ziyadesiyle var. Var ki; bütün Kürt coğrafyası Barış elçilerinin gelişi nedeniyle topyekûn ayakta ve hareket halinde. İhtiyaç Türk kamuoyunun da aynı duyarlığı göstermesinde... Eğer bu Barış, Türkiye'nin, Kürt Halkıyla Barışı olacaksa, buna öncelikle Türk Halkı inanmak zorunda. Yoksa bu fırsatta kaçar. Bu kez fırsatı kaçırmayacak kadar lüks içinde olmamak gibi bir konuma sahibiz.
O halde Barış Elçilerini sahiplenmek için elbirliğiyle ve daha gür bir sesle "Elçiye zeval olmaz. Baş göz üstüne geldiniz. Sıkılı yumrukla el sıkışılmayacağını yaşadıklarımızdan ve yitirdiklerimizden öğrendik. Biz de ellerimizi toka yapmak için açıyoruz" diyecek yürekli, cesur ve barışçı Türklere ihtiyaç var. Bırakınız "Çılgın Türkler"i tarih hak ettiği yere gömsün...(ŞD/EÜ)