Son sekiz aydır, “organize” güç odaklarının bir merkezden emir almışcasına yürüttükleri bir politika gereği sistematik bir fiili savaş hâli yürütülüyor Kürdistan coğrafyasında. Adeta ritmik bir pinpon topu sekme temposuyla bir yerleşkede sonlandırılan “sokağa çıkma” yasağı aksamadan bir başka yerleşim yerinde başlatılıyor. Kaldırılan sokağa çıkma yasağının bir süre sonra tekrar yeniden konulmayacağı garantisini hiç kimse veremiyor.
Sokağa çıkma yasağı adeta kurumsallaştı gibi. Bu durumun en vahimi beş bin yıldır hayatın hiç kesilmeden sürdüğü Diyarbakır’ın tarihi Sur ilçesinde adeta günler öncesinden alenen ifşa edildi. Hem de devletin kentteki en yetkili şahsiyeti Diyarbakır Valisinin açıklamasından…
Sur sakinleri adeta olacakların beklentisine girmiş gibiydi. Ta ki geçtiğimiz Perşembe gecesi kentin beşyüz yıldan bu yana dünyaya simge olmuş en kıymetli yapısı Dört Ayaklı Minaresinin iki ayağından ağır silahlarla vurulmasına kadar.
Sur’da bir süredir rutine dönen “çatışmalı hâli”nin; evlerin, sokakların, işyerlerinin tahribine ve sivil insan kayıplarına dönüşmesi işin vehametini arttırıyordu. Ama önce Kurşunlu Cami’nin kurşunlanarak tahrip edilmesi, ardından da adeta yıkılıp yerle bir edilmesi tasarlanarak iki ayağının yere yakın noktadan ve aynı yerden ağır silahlarla kurşunlanması “felaket”in boyutlarını adeta dünya âleme faş etmeye yetiyordu.
Doğrusu “can” kayıpları konusunda duyarlılık oluşturulabiliyordu da! Taşın olanca ustalıkla işlenmesiyle yüzler, binler yıldır ayakta kalarak kendini sürdüren tarihi ve kültürel miras değerleri konusunda maalesef aynı duyarlık gösterilemiyordu.
Sanki bu eksik duyarlığın farkına varmıştı Diyarbakır Baro Başkanı avukat Tahir Elçi!
Bir gün öncesinden Diyarbakır Barosu’nun bine yakın üyesine cumartesi sabahı saat 10.30’da kültürel değerlere sahip çıkmak üzere basın toplantısına icabet etmeleri çağrısı yollla(n)mıştı. 15-20 kişilik bir avukat topluluğu ancak toplanabilmişti. Elindeki yuvarlak dövizin içinde bir dört ayaklı minare portresi, üzerinde de “insanlığın mirasıyım, mirasına sahip çık” yazıyordu.
Tahir Elçi elinde sıkı sıkıya tuttuğu dövizle konuşuyor ve barış olsun, çatışmalı hal son bulsun tarihi ve kültürel değerlerin bulunduğu mekânlar asla silah ve kurşun seslerinin boy verdiği yerler olmasın diyordu.
Basın açıklamasının bitiminden hemen sonra artık günlerdir medyaya yaygın bir şekilde servis edilen görsel malzemeler ve video kayıtlarından görüldüğü üzere iki ayağından üç gün önce kurşunlanan tarihi mianernin ayakları dibinde bu kez minarenin hakkı için hak talepkârlığında bulunan hak savunucusunun ensesinden tek kurşunla yere kapaklanmış yüzükoyun cesedi yatıyordu.
Kent ve ülke gündemine bomba gibi düşmüştü haber.
Üzerinden üç gün geçmesine karşın, güpegündüz bir basın açıklaması nedeniyle öğlen saatlerinde herkesin ve dahi kameraların görüntüsü ve gözü önünde katledilmişti bir aydın ve baro başkanı avukat. Kurşunlar, suç kanıtları, deliller konusunda üç gün geçmesine rağmen kamuoyunu tatmin edecek tek bir adım atılmamıştı.
Geçmiş deneyimlerden yola çıkarak Kürt Siyasetinin duayenleri “faillerinin ortaya çıkarılacağı konusunda hiçbir umudumuz yok” sözlerini boşuna etmiyorlardı.
Siyasi cinayetler geçmişi açısından sicili hayli bozuk bir ülkede yaşıyoruz maalesef. Bu sebeple umudunu kaybeden ve gelecek kaygısı yaşayan kimileri “gitmek gerek bu ülkeden” diyorlar. Ama bilmiyorlar ki; “coğrafya kaderdir”… Gittiğin, gideceğin yerde de bulur insan tekini coğrafyanın yaşamla örülen kaderi. Örnekleri çok…
Bu tuhaf ülke üç eşik yaşadı…
1990’lı yılların başında faili meçhullü yıllarda bir vekil Mehmet Sincar, bir siyasetçi HEP il başkanı Vedat Aydın ve bir aydın-yazar Musa Anter katledildi. Korku imparatorluğunun o yıllardaki aktörleri, insanları “Korku ile terbiye” etmeye yeltenerek eşit ve özgür yurttaşlık istencinde olmak isteyenleri karanlık dehlizlere sürüklemek istediler. Kısmen de başarılı oldular, itirafçılarıyla, korucularıyla, tetikçileriyle…
Sonra 2007’de “güvercin tedirginliğiyle” kaleminin ve kelamının efendisi olmaktan başka bir meramı olmayan bir Ermeni’yi Hrant Dink’i tetikçilerine katlettirdiler. Ama bu kez doksanlardaki gibi olmamıştı, devasa kitle “hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız” diye yürümüştü.
Ve 2015’de atasözleri şeceresinde “Elçiye zeval olmaz” özlü sözüyle kayıt altına alınan coğrafyada hak mücadelesiyle adını var ettiren bir Elçi’ye zeval olmuştu.
Ertesi gün yüzbinlerle kaldırılan barış şehidinin ardından, bu ölüm barışın miladı olacak / olmalı diyordu kitle.
Şimdi söz diyor ki; bir ‘barış elçi’sine zeval oldu. Başka barış talepkârlarına zeval olmasın…
Hem bunu İslamın dört mezhebi Hanifilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbellilik dört bazalt sütun üzerinde İslamı yüceltsin diye Ermenilerin, Keldanilerin ve Yahudilerin birlikte yaşadığı mahalleye o camiyi ve minaresini konduran beşyüz yıl evvelinin Müslüman tebaası da öyle düşünmemiş miydi? (HK)
* Fotoğraf: Kaan Bozdoğan - Diyarbakır/AA