Bir şeyler oluyordu ülkede. Şafak vakti güzel insanların çadırları basılıyor, biber gazından, dumandan göz gözü görmüyordu. Televizyonumuza özenle sıraladığımız haber kanalları kör, sağır, dilsizdi. Yeni kanallar yerleştirdik kanal sıralarına önce, sokağa döküldük, sesimizi sloganlarla çoğaltmayı öğrendik sonra. Mide ilaçlarının, limonun yeni faydalarını keşfettik. TOMA nedir, biber gazından nasıl korunulur, barikat nasıl kurulur öğrendik bir bir.
Bir park
“Gezi Parkı’nda değilsen Eti Park’ta ol” yazıyordu gönderilen Facebook etkinliğinde. Bir süredir ülkede bir şeyler oluyordu. İstanbul’da bir park vardı çoğumuzun gidip de görmediği, belki adını bile duymadığı. O parkı yok edip de yerine tekdüze ışıkların aydınlattığı, doğanın, yeşilin esamisinin okunmadığı kocaman kocaman binalar dikmek istiyorlardı. Parkına sahip çıkanlar, ranta değil de ağaca sarılanlar karşısında devletin şiddetini, acımasızlığını buluyordu.
Eskişehir’de yaşayan bizler, bir şeyler yapmak gerektiğini biliyorduk. İstanbul’da olmayı en çok arzuladığımız günlerdi, kaygılı yüzlerle elimizden telefonu düşürmüyor, sosyal medyada Taksim’den gelecek haberleri takip ediyorduk. “Hele bir ayın 7’si gelip krediler yatsın da Gezi Parkı’na gider destek oluruz” diyorduk. Malum öğrenciydi çoğumuz.
Derken sosyal medya hesaplarımıza Eskişehir’deki bir etkinliğin haberi düştü. Parka çağrılıyorduk. En başta Gezi Parkı’nda yaşananlara tepkimiz göstermek, sonrasında da bireysel özgürlüklerimize sahip çıkmamız için. Gittik. Elimizde acemice hazırlanmış pankartlarımız, dilimizde henüz senkronu tutturamadığımız sloganlarımız ve içimizde güzel umutlarımız vardı.
Şiirlerle, sloganlarla, şarkılarla vardık, oradaydık. Sesimiz duyulsun diye, Gezi Parkı yalnız olmadığını hissetsin diye, kaç çocuk yapacağımıza kendimiz karar verelim diye, içki içmeyi saat kaçta bırakacağımızı kendimiz belirleyelim diye…
Bir ev
Eti Park’ta toplandığımız 31 Mayıs gecesi, Eskişehir AKP İl Binası’na yürüdük sloganlarla. Sesimiz duyulsun istiyorduk ya hani, muhatabımız olduğunu düşündüğümüz yere gidiyorduk. Ne oluyor demeye kalmadan biber gazı kapsülleri düşmeye başladı kalabalığın arasına. Ne limonumuz vardı, ne gaz maskemiz, ne de tecrübemiz. Sonrası koşturmaca. Biber gazından ama en çok da şaşkınlıktan dağılan gruplar şehrin belli yerlerinde yeniden toplanıyordu.
Vakit gece yarısını henüz gösteriyorken Espark önünde toplandık. Sloganlar vardı dilimizde. Öfkeliydik. Pek çoğumuz o gece tanışmıştık biber gazıyla. O ilk tanışıklığın heyecanını henüz üzerimizden atamamışken yeniden biber gazı kokmaya, dumandan göz gözü görmemeye başladı. Çöktüm kaldım olduğum yerde. Hayal meyal hatırladığım birisinin omuzlarında olduğum, beni taşıyan kişininse koşuyor olduğuydu. Kendime geldiğimde yüzü gözü kızarmış, öksüren pek çok kişiyle birlikte bir apartman girişindeydim. Az önce beni taşıyan kişiye ne kadar teşekkür etsem azdı. Öte yandan da utanıyordum. Öyle ya biber gazıyla imtihanımda sınıfta kalmıştım.
Nice sonra “Hadi” dedi birisi, “Gittiler, yeniden sokağa!” Şaşkındık, ama korkmuyorduk. Sokaklar bizimdi. Yanımda telefonum olmadığını fark ettim, evde olan anne babamı düşününce koşarak eve gittim. Beni pencerede bekleyen bir baba, telaştan fenalaşan bir anne bekliyordum. Oysa eve vardığımda hiç de öyle olmadığını gördüm. Mütevazı öğrenci evimde tanımadığım pek çok kişi vardı. Annem sütle yüzlerini yıkıyor, babam sokaktan gelip geçen ve kötü durumda olanları tutup tutup eve getiriyordu. Şaşkınlıkla bakakalmış ve gelecek azarı beklerken, annemin öğretmenlikten yadigâr sert sesiyle kendime geldim: “Sallanma da limon kes biraz!”
O gece sabaha dek, evimin bulunduğu sokakta çatışmalar sürdü. Eve pek çok kişi girip çıktı. Evdeki imkânlarla tedavisi biten yeniden sokakta aldı soluğu. Annem bazen sütle yüzlerini yıkadı, bazen yaralarını sildi, bazen de çabucak yaptığı çorbadan ikram etti. Babamsa bir yandan pencereden olayları gözlemledi, bir yandan da meraklısına kendi öğrencilik yıllarında fiilen içinde bulunduğu olayları anlattı.
Bir çocuk
Bozkırın ortasındaki pek çok şehir gibi Eskişehir’de de heyecan ve sabırsızlıkla beklenir yaz. Bu sene Haziran direnişle, umutla gelmişti. Nazım’ı hatırlayıp “Haziran’da Ölmek Zor” şarkısını gönülden söylememize bir gün kala kötü bir haberle sarsıldı Eskişehir.
AKP il binasının yer aldığı, polisin canla başla koruduğu Yunus Emre Caddesi’nde birisini darp etmişti polis ve sivil giyimli kişiler. Haber kötü, durum ciddiydi. Çocuk yoğun bakıma alınmıştı. Ali İsmail’di adı. Yaşı on dokuz.
Suratlar düşmüş, ifadeler derinleşmiş, umudun yanına öfke de eklenmişti. Sokakları daha kararlı adımlamaya, o sokakları adımlarken sloganlarımızı daha gür seslerle atmaya başlamıştık.
Bir direniş alanı
Espark önünde canla başla çadırlar kurduk sonra. Mutfağımızı, kütüphanemizi kurmayı da unutmadık. Eskişehir’in bir direniş alanı vardı artık. Paylaşmayı, umut etmeyi, insanları tanımayı yeniden öğreniyorduk sanki. Klavye başından kalkmış, anne babalarımızın “Aman yavrum olaylara karışma tembihlerine” kulak asmamayı sonunda başarmıştık. Sokakta olmanın, bir şeyler talep edebilmenin keyfine varıyorduk.
Güzeldi direniş alanı. Renkliydi, cüretkârdı, özgürlüğe yakındı, anlamlıydı, sabırlıydı ama en çok da umutluydu. Öyle ya, Ali İsmail de iyileşip katılacaktı aramıza.
Bir şafak vakti
Güneş henüz doğmuşken çalan bir telefonla açtım gözlerimi. Kaygılıydı telefondaki ses, direniş alanında polislerin olduğunu söylüyordu. Telaşla fırlayıp çıktım evden. Yanıma limondu, suydu, sirkeydi almayı da ihmal etmedim.
Direniş alanına gittiğimde kocaman kocaman iş makinelerinin çadırları toparladığını, çevik kuvvetin sıra sıra dizildiğini, ellerinde kameralarla bizleri çektiğini gördüm. Absürt bir tiyatro oyununun perdelerinden birisi sahneye koyuluyor gibiydi. Üzerimizde pijamalar, yüzümüzde polis botlarının ve iş makinelerinin sesiyle bölünmüş uykularımızın izi, karşımızda tam tekmil hazırlanmış aynı renkte, aynı seste onlarca polis, açılımını henüz öğrendiğim iki TOMA… Direniş alanına yakın bir börekçinin çalışanları mutfaktan öteberiyi çalıyor, polisin biri MOBESE’yi söküyor, elinde megafon olan bir diğer polis eğer vatan haini değilsek İstiklal Marşı’nı okumamızı salık veriyordu.
Çadırlarımızı söktüler, biber gazlarıyla, ilaçlı sularıyla üzerimize geldiler, bazılarımızı gözaltına aldılar. Direniş alanımızı elimizden almış, duvar yazılarımızı silmişlerdi. Üstelik iyileşip aramıza katılmasını beklediğimiz, yoğun bakımda yaşama tutunmaya çalışan o güzel çocuk ayaklanıp da aramıza katılamadan, direniş alanımızı göremeden.
Yine de pek çok sefer yaptığım gibi şiirle tutunayım hayata dedim. Öyle ya bu direniş içinde en çok da umudu barındırıyordu. Aklıma Edip Cansever’den mısralar düştü:
“Biz bu şafak vaktinin neresindeyiz
Öyle bir umut gibi gelip geçecek
Yalnızım, yalnızsın, bize kim gülümseyecek”
Bir anne, bir cenaze
Tramvaydayken telefonuma bir mesaj düştü. Okudum. Okudum da ne yapacağımı bilemedim. Mideme en okkalısından bir tekme yemiş gibi oldum da nefes alamadım. Sözcükler yoğun bakımdaki o güzel çocuğun yaşamını kaybettiğini söylüyordu.
Hastanenin bahçesinde toplandık. Tanımadığımız ama sevdiğimiz birisinin ölümüne ağlıyorduk. Belki yan yana yürümüş, birbirimize gülümsemiş, müdahalede bir limonu paylaşmıştık.
Hayatımda ilk kez bir morgun kapısına bu denli yaklaşmış, ilk kez bir annenin ağıtını bu denli yakından işitmiştim. Bir uğurlamadaydım. Babamın anılarında hep anlattığı, benim çok ama çok yabancı olduğum bir uğurlama.
Gelecek günlerine umudu ilikleyen o güzel çocuk gitmişti. Ali İsmail’di adı. Yaşı on dokuz. Senin, benim, onun için sokağa çıkmıştı. Seninle, benimle, onunla aynı sokakta direnmiş, polisin müdahalesine maruz kalmıştı. Polisten kaçarken bir önceki ya da bir sonraki ara sokağa değil de o sokağa saptığı, o sokakta eli sopalılar beklediği için darp edilmiş, gittiği hastanede doktorun gazabına uğramıştı. Otuz sekiz gün direnmişti yoğun bakımda.
Bir babanın nasıl da dik durmaya çalıştığını gördüm o gün, orada. O babanın gözlerindeki acıyı gördüm. Etraf ölüm kokuyordu. Bir anne “Ali’m” diyordu, “Ali’m biz buradan böyle gitmeyecektik. Senin hayallerin vardı.”
Omuzlarda taşınıyordu Ali İsmail. Zamanı ve şekli her ne olursa olsun akıl ermez ya ölüme, bu sefer hiç mi hiç ermiyordu. Kim, neden, nasıl yapardı ki hem. Ali İsmail’di adı. Yaşı on dokuz.
Ölüm karşısında hükmü yoktur ya hiçbir sözcüğün… Yine de bir şiire ilikleyeyim dedim yaşananları. O gün, Ali İsmail’i uğurlarken, “Ağlama anne evlatların burada” diye haykırırken aklıma Hasan Hüseyin’den mısralar düştü:
“Elbet bir bildiği var bu çocukların
Kolay değil öyle genç ölmek
Yeşil bir yaprak gibi yüreği
Koparıp ateşe atmak
Pek öyle kolay değil
Hem öyle bir ağaç ki
Şu yaşamak denilen şey
Her bahar yeniden tomurcuklanır da
Yalnız bir bahar çiçeklenir”
Bana gelince
Umudun ne olduğunu öğrendim ben kısacık bir sürede. O umudun başkalarıyla nasıl da çoğaldığını bir de.
Henüz 4 yaşındayken babamın elimden tutup da götürdüğü, yağmurlu bir günde, çocuk aklımla da olsa unutamadığım Uğur Mumcu’yu uğurladığımız o gündü katıldığım ilk eylem. Bir de muhabir olarak katıldıklarım vardı. Birlik olmanın, bir şeylere inanmanın, bir şeyler uğruna direnmenin güzelliğini öğrendim ben Gezi direnişinde. Öğrendim de, sokaklardan alamaz oldum kendimi.
Henüz ilkokul sıralarındayken öğretmenlerin o vazgeçilmez “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuna kararlılıkla verdiğim yanıttı gazeteci olmak. Büyüdüm. Eğitimini aldım gazeteciliğin. Tam da mezun olmaya yaklaşmışken bir meslekten nasıl utanılır onu gördüm ana akımın oynadığı üç maymun sayesinde. Vazgeçer gibi oldum bir ara ama umut etmenin nasıl da değerli olduğunu öğrenmiştim direniş sayesinde. Vazgeçmedim, vazgeçemedim.
78’de öğrenci liderliği yapmış, şimdilerde o zamanlardan yadigâr solcu bıyıklarını taşıyan bir babanın işkence anılarıyla, cezaevi günlükleriyle büyümüş bir çocuktum ben. Günün birinde benim de çocuklarıma anlatacak bir şeylerim oldu diye sevindim direniş başladığında.
Güzel gülüşlü o çocuğu, Ali İsmail’i beklerken morgun önünde arkadaşıma sarılıp ağladım: “Anne olacaktım ben. Daha şimdiden belliydi çocuğumun adı, Ali olacaktı. Anne olamam ben. Benim Ali’mi de benden alırlar diye ben anne olamam.”
Ama öğrenmiştim bir kere umudun ne olduğunu. Gezi direnişinin fotoğraflarını, karikatürlerini, görüntülerini, yazılarını özenle saklıyorum. Günün birinde babamın bana anlattığı gibi ben de Ali’ye anlatırım diye. Ben babamla nasıl gurur duyuyorsam Ali de benimle gurur duysun diye. Ve bir de Ali’ye, Ali İsmail’i, o güzel gülüşlü, o hep on dokuz yaşındaki çocuğu anlatabileyim diye. (İD/HK)