15 Temmuz Kalkışması’nın en enteresan yanlarından biri de Türkiye’nin 40 gün sonra Fırat Kalkanı Operasyonu adıyla Suriye’ye girmesiydi. Enteresandı; çünkü ABD beş sene boyunca Türkiye’yi buna ikna etmeye çalışmış ama başaramamıştı. Hatırlayın; darbe girişiminden birkaç ay önce ABD’yle ilişkilerin en berbat olduğu dönemde, Obama Erdoğan’ı “devasa ordusunu Suriye’ye istikrar götürmek için kullanmayı” reddetmekle itham ediyordu.
Fırat Kalkanı hamlesiyle iki şeyi çok açık görmüş olduk: Birincisi; Türkiye Suriye’ye askeri müdahaleye prensipte karşı değilmiş, ABD’yle şartlarda anlaşamamışlar. İkincisi de Türkiye ABD’nin Suriyeli Kürtlere dair kendisi aleyhine bir takım planları olduğundan emin olmuş ve Suriye’ye kendi namına girmeyi tercih etmişti.
Türkiye’nin güney sınırında bir Kürt koridorunu engellemek ve Suriye’de oyunun dışında kalmamak için yaptığı bu hamle gerçekten işe yaradı mı? Bunu şimdiden söylemek zor. Türkiye’nin attığı taşın dediği kuşu vurması için daha zamana ihtiyaç var. Türkiye’nin o güne dek orada sapasağlam durması gerekiyor ama gidişat hiç de öyle görünmüyor. İşin içine her geçen gün daha çok kan karışıyor ve Türkiye giderek sorunun bir parçası olmaya başlıyor.
Oysa Suriye’ye girmemek Türkiye’nin neredeyse altı yıldır süren Suriye İç Savaşı boyunca yaptığı iki doğru şeyden biriydi (diğeri –asıl gayesi ne olursa olsun- mültecilere kapılarını açmaktır). Fakat politika da bazen şu test usulü sınavlara benziyor: Yaptığınız yanlışlar doğrularınızı götürüyor. Ve doğrularınız gittikçe hareket kabiliyetiniz azalıyor, hamleleriniz öngörüsüz ve öngörülebilir oluyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan hafta sonu yeni planlara dair bazı ipuçları verdi: “Birileri TV'de utanmadan sıkılmadan ÖSO terör örgütüdür diyor. Onlar ılımlı muhaliflerin ta kendisidir. (…) Biz terörden arındırılmış bir güvenli bir bölge ilan edeceğiz. (…) 20 Ocak sonrası Amerika'da yeni Başkan başa geçiyor. Onlarla da konuşacağız. Halep'ten 45 bin kardeşimizi kurtardık. Onları biliyorsunuz aldık. Gerekirse kendi topraklarımıza çekebiliriz.(…)”
Türkiye Halep’ten tahliye edilmesine aracı olduğu bu şehir savaşında deneyimli militanları “ılımlı muhaliflerin ta kendisi ÖSO” olarak Suriye’de IŞİD’e karşı sürmek isteyebilir. Onlarla birlikte gelen örgütlü nüfusu kurmak istediği güvenli bölgenin iskeleti olarak kullanabileceğini, ABD’nin seçilmiş başkanını buna ikna edebileceğini düşünebilir.
Ama şunu unutması gerekir: Kendi mahallende, kendi sokağında kurduğun mevzide kendi inançların için kendi düşmanınla savaşmak ile bir çölün ortasında bir başkasının kurduğu mevzide, bir başkasının planları ve çıkarları için bir başka düşmanla savaşmak aynı şeyler değillerdir.
Bunu en iyi destek güç olarak başladığı harekatta bugün neredeyse öncü güç durumuna düşen Türkiye biliyor olmalı. Türkiye geçtiğimiz hafta El Bab kapısında Suriye bataklığıyla gerçek anlamda karşılaştı: Hem sahada hem saha dışında. Sahada; El Bab’ı almak için IŞİD’le şehir savaşı yapmaya girişirse 21 Aralık’taki gibi bombalı araçlarla intihar saldırılarına ve çoklu asker kayıplarına hazırlıklı olması gerektiğini gördü. Saha dışında; gerçekleştireceği hava saldırılarında sivillerin zarar görmesi durumunda kendisine yakılarak infaz edilen asker görüntüleri gibi saldırılarla karşılık verileceğini anladı.
Türkiye’nin bu riskleri iyi değerlendirmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye ne Suriye’de her gün birkaç askerini kaybetmeyi kaldırabilir ne de yakılan asker görüntülerinin bir tekrarını yaşamayı. Bunları hak etmiyor da. Ama Cumhurbaşkanının demeçlerine bakılırsa Türkiye bu riskleri göze almış durumda.
Şu anda Suriye’deki harekata katılan TSK güçleri ve Suriyeli birlikler El Bab kapısında bekliyorlar. Peki neyi bekliyorlar; takviye özel kuvvetleri mi, teçhizat desteğini mi? Belki ama asıl olarak Halep’ten tahliye edilen Suriyeli militanları bekliyorlar. Unutmayalım, evet TSK Suriye’de yarısı son haftada olmak üzere toplam 40 kayıp verdi ama Fırat Kalkanı Operasyonu’nda ölen ÖSO mensuplarının sayısı 400’ü aşmış durumda.
Bilmiyoruz; çünkü onlar anlaşılmıyor, onlar Arapça ölüyorlar. (BK/HK)