Bizler ki "Batının en çok ilmini almaya sevdalı" akademisyenlerizdir. Az önce, üye olduğum uluslararası akademik gruba bir duyuru geldi. Yeni bir kitap yayınlanmış. Adı: Redrawing Anthropology: Materials, Movements, Lines. Sonra düşündüm; akademik tartışmalara bir yenilik, meydan okuyucu yeni teoriler, ulus sınırlarının ötesinde, küresel ölçekli ve "avangart" nitelikli iddialarla ortaya çıkan çalışmalar hep, "ahlaksızlığından imtina ettiğimiz" coğrafyadan bizlere doğru geliyor.
Çünkü bizler daha önemli meselelerle meşgulüz. Ne gibi meseleler: "KCK'cısındır ya da Ergenekoncu" ayrıştırmasının ne tarafına denk geliriz acaba? Yazdıklarımız ne zaman ülke gündemine "bomba" gibi düşer de bizler de teröre destekten zan altında kalırız? Kurduğumuz hangi cümle yüzünden birilerinin kutsalını incitiriz de hedef gösteriliriz? Yazdığımız, düşünme aşamasında olduğumuz ya da henüz yayınlamadığımız hangi kitaplar yüzünden cezalandırılırız? Farkında olmadan, bilinçdışı bir refleksle halkı kin ve nefrete sürüklemiş olabilir miyiz? Acaba sözlerimiz seçmenlerinin oyları ile iş başı yapan yöneticileri huzursuz/mutsuz etmiş midir?
Bilimsel çalışma, önce araştırmacının yanıtlamak istediği bir soru ile filizlenir. İşte bunlar da bizim zihinlerimizi meşgul eden sorulardan sadece bir kısmı. Kendimize dair bu soruların yanına bir miktar da öğrencilerimize dair sorunlardan ekleyelim: Demokrasisi olgunlaşmış tüm ülkelerde olduğu gibi bizim ülkemizde de siyasal sorunlarla ilgilenen, muhalif sesini örgütleyen öğrencilerimiz yargı tehdidiyle karşılaşıyorlar. Mezunlarımız KPSS-ALES girdabına kendilerini kaptırdıktan sonra onlardan bir daha haber alamıyoruz.
Oynamayı bilmeyen gelinin yerinin dar olmasını bahane etmesi misali, bizler de sosyal bilimciler olarak aslında bu kadar konu içinde bir de konu sıkıntısı çekiyor gibi görünmek istemeyiz elbette. Ancak popüler deyişle "ontolojik" bir sorunla karşı karşıyayız.
Akademide olmanın özü itibariyle gereksinim duyduğumuz evrenseller, içinde yaşadığımız üniversitelerde, seçim barajının altında kalan siyasal partiler gibi diskalifiye oluyor. Neticede üniversite dediğimiz de, içinde var olduğu siyasal kültürün bir ürünü ve olanak bulursa bu siyasal kültüre şekil veren bir yapı.
Lakin üniversite olmanın, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek en temel ereği olan "eleştirel düşünce" galiba bizim coğrafyamızda biraz yanlış anlaşıldı.
Bunun en son örneği de Taraf Gazetesi yazarı Mehmet Baransu'nun başlatma girişiminde bulunduğu "Ekşi Sözlük kapatılsın" kampanyası. İlaveten kendisi Sözlük hakkında, dine hakaret içeren yazılar olduğu gerekçesiyle suç duyurusunda bulunuyor. Suç duyurusunda bulunmak her demokratik anayasal yurttaşın hakkı, dolayısıyla anlaşılmayacak bir yanı yok.
Peki, bir yayın platformunu kapattırma arzusu nasıl açıklanabilir? Üstelik de bütün Müslümanları göreve çağırmış Baransu. Twitter hesabında, hakaret içerdiğini iddia ettiği ifadeleri yayınlamış.
İroni ile demokratik ilişki kuran bir kişi için mizaha dayalı, yer yer hiciv içerikli yazılar olarak anlaşılmaları muhtemel ifadeler. Bu tür bir mizah zaten ancak ve ancak internet ortamında ve müstear isimlerle kendine alan bulabilir, zira dinle şaka olmaz.
Sözlük'te Atatürk ile ilgili ya da Behzat Ç. ile ilgili, özetle herkese, her şeye, tüm kutsallara ilişkin yazılarda benzer bir yergi diline rastlamak mümkün. Şüphesiz, kişisel saldırı ve hakaret, ifade özgürlüğünün sınırlarını zorlayan bir tarzdır, onaylanamaz. Öte yandan, ileri bir demokrasi olmak da, göreceli bir kavrayış olan "kutsal değerler"e "dokunan" fikirleri sindirebilmekle mümkün oluyor.
Amerika'nın South Park'ında ya da İngiltere'nin Little Britain serisinde kutsal siyaset ya da din figürleri kılıktan kılığa girerler. Bizler de "kendi kutsalımız olmadığı sürece her şey mubahtır" anlayışı ile uzak coğrafyalardan ithal bu mizaha güler geçeriz, zekice bulduklarımızı birbirimize anlatırız. Sonra da bu coğrafyalardan bize doğru akan yayınları izlemekle kalmaz, yer yer kopyalarız. TRT'nin en sempatik çizgi film karakterlerinden Pepe'yi İspanya'dan kopyalarız mesela. İspanya'nın Pocoyo'suna harman dalı oynatarak, onu özgün bir karaktere büründürmüş oluruz böylece. Ortaya yeni bir şey koymak yerine kopyasını yapmak daha kolay gelir kimi zaman.
Neden? "Eleştirel" düşünen bir "hassas" kişinin öfkesinin hedefi olursak, "aslında onu ben yapmadım" diyebilmek için belki de, ne malum?
Baransu, Ekşi Sözlük'e yönelik nefret söylemiyle, eleştirilemezlik kalkanının ardında kalan pek çok konuyu cesaretle gündeme getiren ve liberal bir çizgide olduğunun herkesçe onaylanmasını talep eden bir gazetenin, "eleştirellik nasıl olmamalıdır?" sorusuna en iyi örnek vaka olabilecek kişilerinden biri olduğunu göstermiştir. Bu nefret söylemi tüm nefret söylemleri gibi, kelimenin tam ve mecazi anlamı ile öldürücüdür.
Birbirine paradoksal iki kavram olan liberal ve muhafazakar aynı bedende olunca, genelde şizofrenik bir karışım çıkıyor ortaya. Bu karışımla mamul bir zihniyet, bir yandan internete uygulanan sansürü sonuna kadar eleştirirken, diğer yandan "söz konusu benim kutsalım ise gerisi teferruattır" derken bulabiliyor kendini.
Nasıl ki başörtüsü sosyalistlerin turnusol kağıdı olarak çıkıyorsa karşılarına, makul dozlarda hicvi de içeren din eleştirisi de İslamcı-muhafazakarların bir bariyeri. Bu bariyeri tökezlemeden aşabilenlerin sayısı, neyse ki az değil.
Nihayetinde mizah, türlü depremlerle yerle yeksan olan ülkemizde, yaralarımıza iyi geliyor. Ah Muhsin Ünlü'nün (Onur Ünlü) "haydi iç de çay koyayım" sözündeki samimiyeti, sıcaklığı tesis eder mizahın korunaklı çadırı.
O nedenle bırakınız çocuklar yazsınlar, mizah da yapabilsinler. Daha nice kereler dergilere kapak olsun gittiğimiz yollar. Aynı yoldan geçmiş, aynı sudan içmiş insanlarız hepimiz.
* Emek Çaylı, Ekşi Sözlük yazarı, Öğr. Gör. Yard. Doç. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi